Thanks for pure fun, friendship and love! I'm like high or something...

http://www.break.com/index/jill-and-kevins-unexpected-wedding-entrance.html
Hiç abartmadan ve terbiyemi de takınmadan söyleyebilirim ki; Kadıköy şu an boka benziyor! Gene her yer kazılı muhabbetini bir kenara bırakıyorum: Kazılı olmayan yer var mı?

Karaköy İskelesi'nin önü, o devasa Marmaray istasyon inşaatı nedeniyle, yıllardır kazılı. Herşeyi öyle bir kapatıyor ki ne iskele ne deniz görünmüyor karşıdan. Hadi anladık proje büyük, getirisi büyük. Ama bu kadar mı çirkin kapatılır bir semtin göbeğindeki inşaat alanı.

Deniz Otobüsü iskelesinin arkasında sürüp duran, benzin istasyonu ile tramvay durağından sonra, sahile kadar olan koca alanı griye boyayan ve kapatan kazı alanına ne demeli?! Gene Marmaray'dır diye tahmin etsem de, hemmen arkasında adam 6 ayda 3500 katlı dev otel dikti (rezalet!!!) sen ne yapıyorsun kaç senedir diyesi geliyor insanın...

E peki Beşiktaş İskelesi'nin tam karşısında bulunan belediye binasının yan tarafında neler oluyor? Eski postane binasının hemen önü. Aylardır etrafı çevrelenmiş bir şekilde bekleyip duran ve içinde ne olduğunu anlamadığım bir zerzevat daha. Yine deniz görünmüyor, yine görünmüyor.

Hah o belediye binası var ya, işte onun diğer yanındaki otobüs duraklarına da dadanmışlar. Bahar aylarında Karaköy İskelesi'nin yanındaki dolmuş duraklarını eşeliyorlardı. Otobüs duraklarını da oraya aldılar. Şimdi onların eski yerini dev bir kazı alanı haline dönüştürmüşler. Ufak bir durak topluluğu ve boşluk (!) vardı hani, akbil doldurturduk eskiden, işte tam orası. Yani boş bi orası kalmıştı teknolojisi. Geceyarısı öyle bir gürültü ile çalışıyorlardı ki... Etraf batık, arkasındaki tramway durağı çevresindeki yollar asfaltlar, tam bir curcuna. Çirkinlik ötesi, sanki ufak çaplı bombalama olmuş.

Bahar aylarında durak yerlerinin değişmesi ile birlikte minibüsler de çirkinliklerine yaraşacak kadar uzak bir yere, uslu ve düzenli durmak şartı ile sürüldüler. Haydarpaşa'ya yakın bir taraftalar, aslında Haydarpaşa'nın etrafı biraz kendini toplasa istasyon binasını en güzel gören sote yerdeler. İşte, kime niyet kime kısmet, ben olsam oraya ne güzel sosyal & süslü alanlar yaparım, kimi dolmuş durağı yapıyor.

Ve fakat, tüy dikme anı ise şöyle oldu benim için: Haydarpaşa'ya yeni dolmuş yerlerine yürürken gördüm ki demin, künkleri dizmişler, dozerleri çalıştırmışlar, dolmuş durak diplerini gene eşeliyorlar. Daha 15 gün olmadı orası düzenleneli. Yarın gidicem, tüm Anadolu yakası nüfusu Kadıköy'e akmış olacak, bu işlerin hepsi ortada yatıyor, herkes birşeylerin üzerinden zıplayarak yaşamaya çalışıyor, çirkinlikten gözüm yorulacak.

Şimdi yanyana koyar ve sahili baştan başa zihnimizde yürürsek;
Deniz otobüsü iskelesi arkası kapalı, denize ait bir görüntü yok.
Hemen bunun yanı, Alkım kitabevinin önü kapalı, oradan da görünmüyor.
Yürüyoruz, belediye binasını geçiyoruz, binanın sağına bakıyoruz, kapalı, hayatta da deniz görünmüyor.
Devam ediyoruz, Karaköy İskelesi'ne doğru ilerliyoruz, Karaköy İskelesi'nin arkası - tiyatronun yanı- tamaaaaamen kapalı, net şantiye, deniz ya da su kelimeleri bu çevrede bilinmiyor.
Karaköy İskelesi'nin sağından devam ediyoruz, berbat çirkin çaycılar var, deniz yoook.
En sonunda çaycıları geçip deniz kırıntısına ulaşabildik.

Hayretler içerisinde buranın sonunun nasıl olacağını merak ediyorum. Yerel belediyelere olan güvensizliğim de saolsun, pek umut edemiyorum. Göreceğiz bakalım...

Not: Kadıköy'ün şu halini üşenmesem de fotoğraflasam..
Bunları iki hafta kadar önce annemlere E. ile gittiğimizde öğrendim. Çoğunu ilk defa duyduğumdan ve unutma ihtimalim yüzde yüzbir olduğundan buraya not ediyorum.

* Annem çalışır babam da çiftlik işleri ile uğraşırken (dedemin Amerikan rüyası), ben de babama takılırmışım.(Yaş 4-5 arası) Bazen mühendis odasındaki çaycıya beni bırakır, çoğunda da peşinde her yere götürürmüş. Hayvanlara yem almaya, aşı yapmaya, şehire hep birlikte gidermişiz. Anladım ki; kadın işi erkek işi demeden, burada kadınların işi ne demeden, yani ayrımı(!) bilmeden rüya gibi büyümem bu şekilde olmuş. Hala da ayrımı(!) idrak edemem, katiyetle...

* Bir gün yine mühendis odasının çaycısına emanet edilmişken, pantolonum gevşemiş sanırım. Annem mevzuyu, "Adamcağız pantolonu tutturacak birşey bulamamış heralde, ip bağlamış" diye anlatır.

* Çiftlikteki evde bir kere kaybolmuşum. Ömer Dedem'e beni bırakmışlar, yarım saatte gelip bir bakıyormuş. Evin dış kapısını açıp içeri sesleniyor, ses çıkmayınca da uyuyorum sanıyormuş. Sonra yolun oralarda beni ağlarken bulmuşlar.

* Bir tane çok güçlü boğamız varmış. Öyle bir hayvanmış ki, zincirlerle zor zaptederlermiş. Cins bir hayvan da olduğundan bir damızlık durumu da varmış herhalde, bilemiyorum hehe :) Yardımcılarımız olan amca ile teyze bu boğayı ailem izin vermediği halde döverlermiş. Boğa da hırslanmış tabi, bir gün yine döverlerken sanırım, zincirlerinden kurtulmuş ve kahyamız kıvamındaki amcayı hastanelik etmiş. Adam 1 hafta hastanede kalmış.

* 3 tane köpeğimiz vardı çiftlikte; bir Alman kurdu, bir karabaş bir de daha çok benimle arkadaşlık eden Fındık. Babam bir gün köpeklere kuduz aşısı vuracakmış (önleyici bir aşı mı var acaba, ilk defa duyuyorum) hepsi koca koca köpekler olduklarından (fotoğraflarda ben 5 yaşındayken iki köpek de benim boyumdan büyük) onlara hemen vurmuş. Ancak Fındık küçücük ve oraya buraya kaçıp saklanıyormuş, bir türlü aşısını vuramamış. En sonunda yemeğine koca bir uyku hapı saklamış, sonra bir çuvala koyup onun üzerinden vurabilmiş.

* Kardeşim doğduğu sene (1984) öyle bir kış olmuş ki, kardeşim de ben de Aralık doğumluyuz, camlar buz tutmuş. Tulumbalar buz tutmuş. Kardeşim yeni doğmuş bebek, çiftlikteki ev de tek katlı müstakil bir ev olduğundan ısıtmak zor; annem içerde devamlı sobaya birşeyler atıyor, babamsa dışarda kar altında durmaksızın odun kırıyormuş. Gene de ikimizi de hiç hasta etmemişler eheh.

* Bir de benim kitap durumum. Her fırsatta, sadece akşam uyumadan önce de değil, habire kitaplarımdan birini birilerine okutuyor olurmuşum. Çoook fazla çocuk kitabım vardı, inanılmaz. 2 büyük koli dolusu. Bu kadar çocuk kitabı o dönemde nasıl bulunuyordu, bilemiyorum. Neyse, bir vakit gelmiş, artık o kadar kitabı okutan ben, mahallenin bir ucunda çingene çocuklarıyla takılır olmuşum. Annem diyor ki, "Okuldan dönüyorum, yolda bir bakıyorum sokakta oturmuşsun, dambıdı dumbudu çocuklarla darbuka çalıyorsun. Habire darbuka çalıyorsun. O zaman yavaştan taşınmamız gerektiğini anladım." Müzik sevgimin minik bir kısmını da eski çingene arkadaşlarımdan aldığım kesin :)

Bunlar balkondaki şaraplı damatlı sohbetten aklımda kalanların bazıları... Devamını sonra yazarım.

İnsanın evlendiği binanın yıkılması herhalde üzücü birşeydir. Bursa'da yıllardır tatlı hatıralara hizmet etmiş olan Kültürpark nikah dairesi yıkılmış. Nereden mi biliyorum, annem Bursa'da nikah diye tutturduğunda aklıma ilk orası geldi de ondan. Kimbilir kaç yüz çift orada evlenmiştir, çocukluğum boyunca hep güzel haberler oradan gelirdi.

Bir vatandaş olarak, vergi verdiğimiz yaşadığımız belediyenin anılarımızın olduğu binaları, hele ki güzel ve halen fonksiyonellerse, yıkıp yoketmeyeceğinden emin olmak istiyorum. Bunlar başka güzel binaların başına da geliyor, kuşlar gibi alıp götürüyorlar hatıralarımızı...Daha bugün Kat'a tam 4 kere "Aaa onu değiştirdiler" demek zorunda kaldım. Onun yerini, bunun yerini, şunun binasını.. Ben yoruldum anlatmaktan.

Sözüm şudur ki; bunu bize borçlusunuz! Kafam ağrıyor daha fazla konuşturmayın beni. Hadi!
Havalar böyle giderse, renkleri birbirinden farklı tam 3 cins sardunyayı iyice tutturabilirim. Bende çingene pembesi vardı. Ama annemdeki yavruağzı (biraz nanemolla imiş kendileri), beyaz ve kırmızıyı görünce hemen onlara da göz diktim. Annecim de saolsun, köklendirmiş, hepsini bir minik saksıya dikip getirmişti. Haftasonu onları yeni saksılarına ayırdım. Temmuz ortasında bu havayı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum, nedense sardunyalar köklenmiş dahi olsa çok sıcak havada kurutabilirim gibi bir endişem vardı. En azından şimdi 1 hafta rahat takılırlar, niheh!

Bu sene ilk defa çiçek yaşatabildim. Gerçekten. O yüzden cahil konuşmalarımı bağışlayın. Daha önceki denemelerim birer felaketle sonuçlanmıştı. Bir aşk merdiveni var ki, halen arkasından ağlarım. Yeni başlangıç E.'ın bana Eminönü'nden aldığı 4 minik kaktüsle oldu. Sevgilimin bu hediyesine öyle sevinmiştim ki; mahfetmekten korksam da onlara gözüm gibi baktım. Sonra, bir arkadaşın doğumgünü için hediye olarak, çiçekleri lilyuma benzeyen ama adını şimdi unuttuğum bir saksı bitkisi aldım. Onu da arkadaşa vermeye kıyamayıp ofiste baktım hehe. Yeni eve taşınınca bir cesaret, odunlaşmaya yüz tutmuş çingene pembesi sardunyamı ayıklayıp yeniden köklendirdim, tam o sırada havalar gene çok yardımcı oldu. İşte bir yapraktan eski sardunyama tekrar kavuşmak, ama daha bir sağlıklı olarak tabi, beni öyle sevindirdi ve gaza getirdi ki; o cesaretle yeni sardunyalar, efendim pencere önü çiçekleri, naneler hepsine el attım. Sonuç: Başarılı!

Sağol aşkım, nedense bu yolu sen açtın gibi hissediyorum tekrardan. Uzaktasın zaten, özledim. Konuyu sana bağlayarak bitireyim...
Şu usta milleti ile herkes hayatının bir yerinde belli tecrübeler yaşıyor sanırım. Bir seferinde doğru ve güzel, temiz yapılan işin mümkün olmadığına artık inandım. Gıcıklık yapmadan işlerin yürümediğini öğrendim.

Bu gıcıklık meselesi çok fena. İnsan bir kez bu silahı keşfedince, kullanmadan duramıyor. Bunun da içimden çıkması ne yazık ki istemeden oldu; benden iş yerinde iş isteyen insanlar, aynen bu şekilde pislik ve ısrar üzerine ısrar ile işlerini yaptırıyor, sıralarını beklemek istemiyorlar. Bunu başka yerlerde de önce hafif dozlarda, sonra bir baktım işimi yaptırana kadar sonuna dek kullanabildiğimi farkettim. Manyak bir güç...

Usta işlerine başlarken kendi kendime dedim ki, gıcıklık etmeyeceğim. Belki bu işler bulaşmayı abartmadan da yürüyordur. Belki gerçekten tanıdık ve güvenilir ustalarla çalışmanın bir faydası vardır. Hayır efendim, her daim her detaya bakacaksınız. Herrr şeyi, o an gözünüze normal görünce de soracak, her şeyi tek tek anlatacaksınız. Etraflıca. Aşırı kontrolle adamları bezdireceksiniz falan bi de.

Neyse, mobilyacı amca ile ortak noktada bir şekilde buluştuk. Ortak nokta = Benim bazı istediklerimden fire vermem, onun da ekstra birkaç günlük iş ile bazı birkaç yeri düzeltmesi. Yani kıyamıyor insan ama, onu da öyle neden yaptın baştan amca. Bir soraydın ya. Bir de tabii, kabul edilmesi gereken şu ki, ne kadar gıcıklık ederseniz edin birinin başında, şu dünyada %100 istediğini yapan ustanın olmaması ve bir noktada işin peşini bırakmak zorunda olduğunuz. Yetişkin hayatının bayık bir gerçeği de bu sanırım, benim yeni öğrendiğim.
Hayatımda ilk satın aldığım albüm, Madonna "Like A Prayer"dır. Orta 1'deydim. İngilizce falan bilmiyordum. Sözleri ezbere biliyordum, ama ne diyoruz anlamıyordum :] Kuzenim A.'nın walkmaninde dinlemiştim ilk, walkman denen şey Almanya'dan gelen süper teknolojik bir icattı. 3 kız kuzen sırayla dinlerdik kasetleri onda. Albümün kapak fotoğrafı beni deli ediyordu: Parmaklarda sürüsüyle yüzük, açık bir göbek. Bu ne cüretti!

O dönemler Madonna afaroz üzerine afaroz yiyordu. Gene de durmuyordu. Manyak bir durumdu. Daha çocukluktan da çıkmadığımdan, bu isyan durumlarını da anlayamıyor, gene de zevkten dörtköşe oluyordum: Birisi Papa'yla atışıyordu, hem de bu bir kadındı, hem de zenci bir İsa heykeli ile klibinde sevişiyordu. Resmen Bart'ın "How cool is that?" anlarını yaşıyordum.

Sonra Madonna sürüsüne bereket evrelerden geçti. Cinselliğinin de dibine vurdu, teşhirciliğinin de. Herşeyi abarttığı gibi uslanmayı da abarttı. Sporu da falan. Külliyatı yazacak değilim. Yaptıklarını hep dinledim, çok sevdiklerim de oldu az sevdiklerim de.

Ama bir gün geldi ki, "Hung Up" klibi ile ağzımızı yüzümüzü yamulttu. O neydi öyle!!! O danslar neydi öyle. Hem aşmış teknik hareketler yapıyor (birini evde denerken belimi yamultuyordum neredeyse) hem de basit dans ortamlarına gidecek figürü de gösteriyordu. Sofia Boutella bile oradaydı ki, Sofia'yı zaten aylardır nikewomen.com'dan izliyorduk bayıla bayıla... Madonna öyle bir geri gelmişti ki, evin içinde "Disko! Disko! Disko!" diye ayaklarını yere vura vura yürüyor, kaçmak isteyeni klipteki eski moda patenleriyle kovalıyordu! Kendimizi şefkatli kollarına bıraktık fazla direnmeden.

Bunları Madonna da Michael Jackson gibi kayıp gitmeden dile getirmek istedim. Ki kendisi 850 yaşına kadar çeşitli yerlerinden gerilerek yaşayacaktır diye düşünüyorum. Neyse Michael'in ölüm haberini aldığımda, aklıma ilk o geldi. Ne yapıyordu acaba.. (Londra'da ağlamaktan çatlıyormuş. Sonra cenaze gününde, kendisinin şu fotosunu da gördüm ya hiç şaşırmadım desem.. Neyse ne yapacaz, vahşi bu kadın http://www.people.com/people/gallery/0,,20289714,00.html )

Bağlayalım: Madonna, her daim içimizi titrettin. Süpersin! Hayatımın ilk albümü, senin dünyaya kafa tuttuğun albüm olduğu için çok gururluyum. Yoldan çıktığın için de, anne olduğun için de, kafayı spor ve Kabbala ile bozduğun için de gayet memnunum. (Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı pazarlama stratejin, bilemesem de) Eğer bir bekarlığa veda partim olacaksa, Madonna "Like A Virgin" temalı olmasına hayır demem Madonna! Hayır hayır, kesinlikle demem Madonna.
Ofis çok yavan. Gerçekten hiç sarmıyor. İnsanlar nasıl 25 yıl çalıştım diye pıtır pıtır emekli olabiliyorlar, aklım almıyor. Bize emeklilik de yok. Dipsiz kuyu gibi resmen, huzura giden yol.

Ofis yavan. Bir modülü bitirmem lazım. İki konsantre olup kodlayamadım. Bütün gün bıkbık edesim var. Bu öğleden sonra bir ara, kitabımı çıkarıp klimaya karşı güzelce okuyasım geldi. Çay ve kek de istedim yanında. Modülün de yağlı birkaç kısmı kaldı, bitti sayılır. Kafayı toplasam birkaç saatlik işi var. Olunca bazı işlerde rahatlarız. Ben de yeni ekranlara bakarım, oh.

Beni heyecanlandıran bir iş var, 2 yıldır toplantılarda dile getiriyorum, sonunda kaptım. Nihe. Aslında asıl işim değil de, yan bir görev ve geçici. Ama olsun, renk olsun. İşi detaylandırınca çirkin birşey çıkmaz umarım.

Şirketteki 5. senemin içerisindeyim. Demek ki 25'in 5'te biri gitmiş :P Birkaç gün içerisinde bu şirketteki, bir sayayım hmmm, 9. performans görüşmemi yapacağım. Çok sıkıldım bunları yapmaktan, hepsi birbirinin tekrarı gibi hissediyorum. İki kelimeyi yanyana getirip de yaptığım işleri anlatasım yok.

E.'ın işleri biraz karıştı. 10 yıllık bir dönemin sonu yaklaşıyor olabilir. Bu durumda, işime 850 elle sarılmaktan başka yapabileceğim birşey yok. Alternatifleri değerlendirme durumu ne zaman karşımıza çıkar, bilemiyoruz. Zaman gösterecek.
Geçen gün iş çıkışı serviste iken, göz yanılması oldum ve uzakta bir dağ gördüm sandım. Birden Uludağ'ı özlediğimi farkettim. Bir Bursalı olarak, dağa sadece 1 kere çıkmışımdır. O da zirvesine, feci bir fırtınada, yürüyerek, resmen hayatım pahasına :)

Ama dağın eteğinde büyümek ayrıydı. Oldukça arkaik bir his taşıdığını düşünüyorum. Hayatımın belli rutinleri, o coğrafi oluşumun etrafında dönmüştü: Uludağ'a ilk kar yağdığında, dağdan soğuk rüzgarlar esmeye başlardı ve bu kar kalkana kadar rüzgarlar içimizi titretecek demekti. Kalın paltolara veda etmek, dağın en ucundaki beyazlık erimeden pek mümkün olmazdı. Balkonda çay içer, sohbet ederken ağır oturaklı manzaramızdı. Hayat Bilgisi dersinde Uludağ'ın zamanında bir volkan olduğunu öğrenmekse(zamanında = zilyon yıl kadar önce) çocukken rüyalarımda lavlarla cebelleşmeme sebep olmuştu bir süre.

Uludağ'ın insanın arkasında olması iyidir. Gayet iyidir... Kızılderili çocuğu gibi, koca bir coğrafi ögenin himayesinde büyümek, bence çok havalı birşey :)

Bir de, Uludağ'ın bana hatırlattığı birşey var ki, tekrar o kılıklar moda oldu diye komik bir fotosunu bile koyamadım şuraya: Sömestr tatilinde dağa gelmiş "İstanbulluların" şehir merkezindeki İskender'e inişleri. O taytlarının üzerine çektikleri kürklü ayu ayağına benzer botlarla, İskender önündeki uzun kuyrukta sıralarını bekleme çileleri. Dağ kıyafetleriyle şehire inmekten utanmaları (ya da utanmamaları).

İzleyiciler