Geçen yıl bu oyunu sevgili arkadaşım N. sayesinde Tiyatro Festivali'nde izleme şansı bulmuştum. kumbaracı50'nin tuhaf uzunlamasına sahnesinde, neredeyse sahnenin içerisindeki koltuklara yerleşince stresim artmıştı. Neden? Çünkü "In yer face" tarzı oyunlardan tırsıyorum. Hele ki seyirci ile interaktif dendi mi, işte orada duruyorum. Bu oyunu izlemeye de böyle bir beklenti içinde gitmiştim. Eh festivalde de her zaman böyle bir risk vardır. Ve oyunu izleyene kadar Italo Calvino'yu da tanımıyordum, Allahım ne büyük kayıpmış!

Kontun açılıştaki savaş sahneleri gerçekten çok etkileyiciydi. Sahneleme şekli yüzünden ilk şaşkınlığım geçtiğinde, savaş alanının korkunçluğu ve iğrençliği gerçekten içime işledi... Sahneleme şekli derken, gözünüzde canlanmasını isterim: Kontu oynayan oyuncu atının üzerinde repliklerini okurken ve örneğin alıcı kuşlardan bahsederken, yerlerde yatan ve üstüste yığılmış cesetleri anımsatan diğer oyuncular, hep bir ağızdan o kuşların ve sineklerin seslerini çıkarıyorlar... Çok iyi düşünülmüş ve uygulanmış bir performanstı...

Sonrası ise yani kontun yeğeni tarafından anlatılan kısımlar, öyle masalsıydı ki... Zaten anlatım bölümlerini Tomris İncer (mükemmel sesli insan) sahnenin köşesine koydukları yüksek bir koltuk üzerinde yapıyordu. O sesin bir çocuğun naifliğini ve öyküdeki masalsılığı nasıl verebildiğini tahmin edersiniz...

Tabii kontu oynayan oyuncuya da hayran kaldım. Tek vücutta iki kontu birden oynarken vücudunun diğer yarısını sahnede oradan oraya devamlı sürüklemesi ve yüzünün yarısı ile konuşması gerekti. Ayrıca figüran oyuncular da oyunun aslında sürükleyici ögeleriydi bence. Sahne geçişlerinde, şimdi ne yapacaklar diye düşünüp durdum..

Beni şaşırtan bir diğer şey ise, eve dönüp de oyunu eşime özetlemeye çalıştığımda bana bakıp "Sen Calvino oyunu mu izledin?" demesiydi. Meğer Italo Calvino'ya bayılırmış, evdeki 4-5 tane en güzel rafta konuşlanmış kitabını gösterince anımsadım ismini... Her gün gözüme takılan kitapları farketmemişim bile...Sonra çevremde de biraz soruşturunca, cehaletime şaştım kaldım: Italo Calvino'yu bilmeyen yok gibiydi...

Eğer bu sezon bir yerlerde rastlarsanız bu isimlere, kaçırmayın mutlaka izleyin derim. Tekrar izlemek için ben de araştırıyorum ama henüz rastlayamadım.

N.'ya özel not: "Hasssstalıkk kurakkklıkkkk"
Blog okuyucularımın hatırı sayılır bir miktarı, gelinlik meselesi ile bağlantılı olarak buraya göz atıyorlardı; bir dönem... Halen tek tük kelime aramaları sonucu gelinlik postlarımı okuyanlar mevcut. Eğer düğün detaylarımla da uğraşsaydım, onları da yazar muhtemelen onları da okunur hale getirebilirdim. Ama uğraşmadım :)

Gelinliğimin tüm detaylarını burada sorup anlattıktan sonra, bitmiş halini paylaşmadığım için bir çeşit kalleşlik yapmış gibi hissettim hep kendimi. Özellikle de Özgür Anne hiç üşenmeyip gelinlik ve kuaför fotoğraflarını maille bana göndermişken... Aslında o dönemler fotoğraflarını hazırlamıştım ancak iş paylaşmaya gelince, kendimi bir türlü rahat hissedemedim. Gelinlik kavramı halen çok mahrem ve özel bir şeydi benim için.

Ancak geçenlerde gelinliği bir dolaptan başka bir dolaba taşırken, yavaş da olsa meselenin tozlanıyor olduğunu ve mahremiyetin de esnediğini hissettim. Miço gelinliği olabilecek en çekici oyuncak gibi görüp içine dayanılmaz bir istekle atladığında, sinir bile yapmadım :P Hatta hazır içine girdin, dur bakalım deyip onu komik bir erkek gelin kedisi olarak fotoğraflamaya çalıştım ve tabii ki muvaffak olamadım...

Artık gizem perdesini aralamanın zamanı geldi herhalde. Sonuçta, bu da bir elbise, değil mi :D Eğer bir şekilde blogumu 1 senedir takip edebiliyorsanız, geciktiği için üzgünüm ama işte gelinlik fotoğrafları aşağıda :D

Not: İçinde benim de olduğum fotoğraflar bekliyorsanız, internette kendimi bu kadar kamulaştırmaya halen ısınamadığımı beyan etmek isterim :)



Bu arka kısmı



Bu arkadan biraz detay


Arkada ufak bir kuyruk vardı



Ön taraf



Vee kese olayından hoşlanmadığımı söylemediğim halde -bridezilla olmamak adına - terzimin bana diktiği zarif çanta, ayrıca takı ruj herşeyi içine alabildi, ilgilenenlere tavsiye ederim

Geçenlerde Miço ile şöyle ortalığı sallayacak bir çekim yapalım dedik. Hazırlandık, tüylerimizi tarattır-ma-dık, penguenle yatağa atladık. Penguenleyken çekimimiz daha bir rahat oluyor, atlamalar hoplamalar ısırmalar derken, havaya giriveriyoruz.

İşte Miço'nun en sevdiği dekoltesi gerdanı ve bebekliğinden beri kendisine kankalık etmiş olan Penguen'i ile şuh bir poz!



Bu kadar olur :)


Not: Bu güzel fenerle evimi şenlendirdiği için sevgili arkadaşım E'e teşekkürü bir borç bilirim efem :)

Not2: Bloga eklediğim fotoğraflarımın kadrajının bile bozuk olduğunun farkındayım. Aslına bakarsanız, mükemmel olmayan fotoğraflarıma bayıldığımı da söyleyebilirim...


Kedi sen istemesen de tezgaha çıkmayı sürdürebilir..
Evdeki misafirlikler hiç bitmeyecek gibi gelebilir...
Akşamları eve dönüş yolu hiç geçmeyecek gibi görünebilir...
Pilatesten kaytarmak bazen her şeyden tatlı olabilir...
Almak için uzun aylar düşündüğünüz fotoğraf makinasını keşfetmek için motivasyon bir türlü gelmeyebilir...
Sabah erken kalkmalar bir türlü bitmeyebilir...
Arzuladığın gibi bir terfi ufukta hiç olmayabilir...
Çocuk yapmak çok korkutucu görünebilir...
Tayland tatilinin planı kendi kendine bir türlü oluşmayabilir...
Eve koşturarak geldiğinde yemek kendiliğinden pişmeyebilir...
İstediğin gibi bir proje çeşitliliği hayal olabilir...

Üzerine şöyle bir köpüklü kahve içmeye ne dersin? Ohh.

Greenpeace'in bu kampanyasından haberiniz olmuştur. Biliyorsunuz, denizlerimizdeki balıklar pek çok farklı sebepten tükeniyor. Greenpeace bu kampanya ile Tarım Bakanlığı'nın yavru balık satışını engellemesini ve yasal balık boylarını bilimsel bir standarda oturmasını istiyor. Evet, konu tabağımızdaki ağlarımızdaki balığa gelince, boyu önemli!


Bir haftadır myspace.com' un ana sayfasını açtığımda arkadaşımla göz göze geliyorum. Çok havalı değil mi.. Kesinlikle.

Onor Bumbum'un yeni çıkacak albümü için geri sayım başladı. İlk klibi hazır, sanal ortamlarda izlenebiliyor. Şarkıların albüm versiyonları web sayfasında var ve kısa kısa dinlenebiliyor. Bir tık'layıp fikir edinmenizi tavsiye ederim. Yeni şeylere açık olmalı insan değil mi... En azından kendisi ile yaklaşık 5 sene kadar önce tanıştığımda ben öyle yapıyordum.

Çoğu şarkısını arkadaş-takipçi kategoryasından biliyor olsam da, beni şaşırtan versiyonlar oldu bu albümde. Ayrıca yepyeni güpgüzel şarkılar yazmış Onur. Örneğin; Aynı Yollar, 4 nolu parça, repeat'e alıp saatlerce araba kullanırken dinleyebilirim. Lütfen girmişken o şarkıya da kısacık bir göz atın.

Bu güzel parçaları gene gözümüzün içine baka baka, macbook'una basa basa canlı söyleyeceği günleri iple çekiyorum. Bir tarih karmaşası sebebiyle tanıtım konserini kaçırdım. Sonraki konserde bir sürü dinleyici Onur'a ezbere eşlik eder diye kıskanmıyor da değilim. Az bilinen güzel şeyleri paylaşmaktan hoşlanmıyor insan... Ama artık yuvadan uçma zamanı geldi. Apartman dairesinden bozma ilginç mekanlarda verilen tadımlık konserler yerini, elektronik müziğin canlı enstrümanlarla yeniden keşfine bırakacak...

Hava dışarda buz gibiyken sizi bambaşka dünyalara ve ruh hallerine sürükleyecek bir müziğe umarım hazırsınızdır. Herkese iyi haftalar...



Aylar önce gittiğimiz Cihangir kızlar gezmesinden... Hatta üzerinden ne kadar geçtiğini öğrenmek için yarın sabah kızlara sormam gerek. Hisar'daki Nar'da... Ehem... Bir keyif sabahı olması dileğiyle yatağa ışınlanıyorum... Pankek ve iyi pişmiş jambonla günah dolu bir kahvaltı olmasını umuyorum. Sessiz blogum için üzgünüm, yakında dönerim. Sevgiler.
Gençken benzememek için delicesine çabaladığım kadına şimdi benzediğim için, gururla karışık bir neşelenme hissi yaşamıyor muyum... İşte buna bayılıyorum. Kendimi ters köşe etmiş olmama. Hatta anneme benzemeyi geçtim, annaneme bile benzediğim için kabarık bir gurur duyuyor, teyzeme de benziyor olabilirim diye içten içe araştırıyor; ilgili damardan tüm kadın efradını kucaklıyor ve içselleştiriyorum bir süredir.

Kedi meselesi örneğin. Annemin de kedisi var, Miço'dan da küçük hatta. Kardeşimin yaptığı bir emr-i vaki diyelim. Son 9 aydır kedili bir insan olarak düşünüp hayıflanıp duruyorum; bir ailemizin kadınlarına bakıyorum, bir de annemle bana yani "şehirli biz"e ve şaşırıp kalıyorum: Bizim evde hayvansız yaşamaya çalışmamız tam bir saçmalıkmış. Annanemin hayvanlarını, teyzemin kedilerini köpeğini ve bütün kedilerinin adının garip bir tesadüfle hep "Garip" oluşunu düşününce. Neyi ispatlamaya çalışmışız bilmem :) Annanem Anadolu yerlisiydi, Manav yani. Bence nesiller nesiller boyu geriye gitsek de tablo değişmez, ailesine ve onun yanında bir de hayvana sahip çıkan, ayağı toprağa basan kadınlar görürüz - gibi geliyor.

Sonra daha çekirdek durumlar da var. Annemin pilot kalemleri mesela. Siyah pilot kalem. Evde kağıt okurken, okulda -kimya öğretmeni olduğu için beyaz önlük giyerdi- önlüğünün üst cebinde. Şimdi bir de bana bak: Ofiste pilot kalemsiz hayatta kalamıyorum. Benim de boynuma astığım kimlik kartım var şimdi ve onun ucuna kalemi takmak hoşuma gidiyor, bir toplantıya giderken. Sabah sabah nereden aklıma geldi bunlar değil mi.. Yeni bir kalem aldım geçen hafta, biraz farklı pilottan ama tabii ki siyah mürekkepli. Aa ne güzel, bu tıkanmayacak herhalde son aldığım pilotlar gibi diye sevindim. Pilotu çöpe attım. Bak şimdi bunu söyleyince içimi bir hüzün kapladı. Ama üzülmemeliyim aslında, nesiller arası progresyon böyle bir şey olmalı: Pilot kalem eskir, değiştirilebilir ama siyah mürekkepli kalem saplantısı devam eder. Bizim ailenin şehirli kadınlar kısmında en azından yani :)

Birinin kağıt üzerinde dalıp gitmiş çalışıyor olması beni hipnotize eder. Her zaman. Birini böyle çalışırken görsem, o kağıt hışırtısının ve beyin dalgalarının menziline girip huzura ermek için can atarım. Bununla ilgili de tuhaf bir tezim var: Evdeki en sessiz en herkesin kendi içine döndüğü kış akşamlarında, sobada odun çıtırdarken ve biz de uykuya doğru yol alırken, annem bir köşede sessiz genelde kağıt okur ya da ders hazırlar olurdu. Beni bu anlara döndürdüğünü düşünürüm, sakince çalışan bir insanın sessizliğinin. Şimdi isterim ki bizim de çocuğumuz böyle akşamlarda sessizlikte kendini bulsun, ama klavye tıkırtısı aynı hissi verir mi bilmem... Bak bu da hüzünlü oldu şimdi.

Nereden girdim, nerelere geldim. Anneciğim, öğretmenler günün kutlu olsun. Bence mükemmel bir öğretmensin. Mesleki olarak da ebeveyn olarak da. İş henüz başa düşmedi ama düşerse nasıl altından kalkacağız bilmem; bütün bu şeyleri çocuğumuza öğretmeyi nasıl başaracağız.... Akşam yemeğinde keyifle bir kuantum mekaniği(!) sohbeti nasıl yapacağız... Ben temel fen'i falan da hep unutmuşum anne!

Kedimizin ismi kolay ve anlaşılır, ama yine de sürüsüne bereket lakabı var. Paylaşmak istedim. İşte Miço'nun lakapları:
  • Miçoma
  • (Alman arkadaşımızın taktığı) Miçi
  • (Kuzenimin henüz konuşamayan kızının söyleyebildiği) İçço
  • Muçaça
  • Muçuka
  • Oğlum, oğluşum
  • Sarı p.pi çamaşır ipi (kısırlaştırmadan önceki haftalarda gündemimiz biraz değişikti)
  • Kuşum, balığım
  • Kedik
Bu kadar farklı isimle seslenmemize rağmen, Miço adını her duyduğunda bakar... Eee pardon, eğer canı isterse bakar :)

Zat-ı muhteremin bir de şarkısı var. Kendisinin hiçbir katkısı olmamasına rağmen, şarkı artık onunla bütünleşti. Hızlı ya da yavaş versiyonları var bu şarkının ve kedimizi özlediğimiz, onunla eğlendiğimiz zamanlarda söylüyoruz (nedense). Ya da örneğin ben mamasını değiştiriyor ya da kutusunu balkona koyacağımı söylüyorum, eşim kediciğimize acıyıp kararımdan vazgeçmem için şarkısını söylüyor...

Miço bazen de bizimle konuşuyor. Nasıl mı?
Bir gün tezgahta salata yapıyordum ve Miço çılgın bir şekilde yanıma geldi. Miyavlamaya başladı, bir şeyler istediği belliydi. Öyle sabırsızdı ki, elimde ne varsa sırayla koklatmaya başladım, belli mi olur belki istemiştir diye. Soğan, ıııımmmpf burun kıvırdı. Domates, hmmm belkiiii.. Ama değil. Marul?! Marul mu haayır. Ama hala miyavlıyor, hala ısrar ediyordu. Artık dayanamadım ve en iyisi kendisine sorayım dedim. Aramızda şöyle bir mono(diya?)log geçti:

Ben:-Asla istemeyeceğini bildiğim halde- "Miço soğan mı istiyorsun? "
Miço: -Çok kısa ve sert bir şekilde -"Ma!"
Ben: "Domates?"
Miço: "Ma!"
Ben: "Yemek?"
Miço:"Ma!"
Ben:"Tavuk?"
Miço:"Ma!"
Ben:"Su? Miço su mu istiyorsun?"
Miço: -Kıvrak bir a ile ve kafayı eğerek "Maaaaaaaaaa"
Ben:"Su mu istiyorsun gerçekten?"
Miço: "Maaaaaaaaaaa"

Miço az sonra ona verdiğim suyu kana kana içti. Bana da içimde benimle konuşmuş olabileceğine dair derin bir şüphe bıraktı...

Bazen koridorda karşısına aniden çıkarız, banyo kapısını açmayız ya da işte, topunu istediği gibi atamayız. Bir şikayet allahım, bir şikayet. Homur da homur, homur da homur. Söylenir gider. Azarlar resmen bazen :)

Beni ne kadar ısırsan da, babandan ne kadar kıskansan da Miço seni çookk seviyorum.
Bu satırların devamı bolca spoiler içermektedir. O yüzden güzel bir filmi kaçırmak istemiyorsanız, devam etmemenizi öneririm.

Dün gece tnt'de sanırım, bu filmi iki kez, bir seferinde sonundan bir seferinde de başından başlayarak izledim. Son zamanlarda güzel bir kitap okuyamadığımdan olsa gerek, Emma Thompson'ın mükemmel oynadığı yazarı ağzım açık izledim. Ve dinledim. Ne akıcılık... Böyle bir kitaba ihtiyacım var...

Film de çok iyiydi, pek çok açıdan. Yeniden izlemeye ihtiyacım var; ama yine Emme Thompson'a kapılma riskim çok fazla!! :)

Aşağıdaki sözler filmin son sahnesinden. O yüzden koşarak kaçın diyorum; ofiste ara ara göz atabilmek için not almak istedim buraya... Sevgiler.

"As Harold took a bite of Bavarian sugar cookie, he finally felt as if everything was going to be ok. Sometimes, when we lose ourselves in fear and despair, in routine and constancy, in hopelessness and tragedy, we can thank God for Bavarian sugar cookies. And, fortunately, when there aren't any cookies, we can still find reassurance in a familiar hand on our skin, or a kind and loving gesture, or subtle encouragement, or a loving embrace, or an offer of comfort, not to mention hospital gurneys and nose plugs, an uneaten Danish, soft-spoken secrets, and Fender Stratocasters, and maybe the occasional piece of fiction. And we must remember that all these things, the nuances, the anomalies, the subtleties, which we assume only accessorize our days, are effective for a much larger and nobler cause. They are here to save our lives. I know the idea seems strange, but I also know that it just so happens to be true. And, so it was, a wristwatch saved Harold Crick."
Şu an damarlarımda birkaç gündür hayal ettiğim gibi tereyağı koşuyor. Tereyağı ve karidesten kaynaklı kolesterol. Alkol de dört nala koşuyor, sanırım cümlelerimde tekrarlarımın sorumlusu çoğunlukla odur. Behzat Ç.'yi rakı eşliğinde izledik, bir karar değildi ama kesinlikle ileride değerlendireceğimiz bir durum oluşturdu.

Behzat Ç.'yi izleyin. Haftalardır çok da bağırmamaya çalışarak etrafımda bu etkiyi yaratmaya çalışıyorum, ancak artık bağırabilirim: İzleyin la! (La, lan'ın Angara ağzındaki versiyonuymuş. Ben bilmem, ama çok sevdim. Kocam yıllardır kullanırmış ama anlamazmışım.)

"Ye, Dua Et, Sev" bana hiç iyi gelmedi. İtalya'da takıldım kaldım. Zaten filmin baş kahramanının sonunda aşık olduğu adam rehber çıkınca da (ehem), beni bir rahatlıktır aldı gitti. O günden beridir yemeğe kalite peynir kesmediğim akşam olmadı... Yahut şarap açmadığım.. Acılı kuru fasulye pişirdiğim zaman dışında. Sevgili eşim (tekrar kocam demeyeyim dedim) nasıl da hazır ve kötü yemekten nefret ettiğini anlatır dururdu, algılamam geç oldu ve bittabi ki göbekle geldi bu algılayış.

Bir ülkede ve bir şehirde tıkılı kalmak hiç bana göre değil(di). Üniversitede herkes iş güç anlatırdı, ben asla burada yaşamazdım. La noldu o kıza (lan demedim, la dedim). Bir gün ofis kariyer namına herkese tepik atıp bi haltlar edeceğim. Edemezsem de; ne kuduzmuşum diyeceğim.

Tatlı bir Pazar günü oldu. Kardeşimle Moda'ya gittik. Bal gibi bir hava. Ahh eski mahallem. Kokoreççi amca bizim gittiğimiz saatte sanırım bütün tezgahı satıp kaçmıştı, o yüzden çay bahçesinde aç karnına "kötü çay" içtik. Kemal'e gitmedik çünkü Kemal'e gidemiyorum. Yazları ağaçların çok sık olmasından belki havasının çok bunaltması ve her daim bitmemecesine yer bulunamaması, o yeni gelen yer gösteren kızlar, kışın gelen laylonlu oturma alanları... Gidemiyorum artık. Bir zamanlar Pazar kahvaltısı sonrası uyuyakalmıştım o minderlerde. Ehliyet sınavından çıkmıştım galiba. Kucağımda gazete ekleri uyuyakalmışım.

Sonra çarşı içinden balıkları, karidesleri ve sebzeleri aldık. Manav beni kazıklamasına rağmen güler yüzle "yine bekleriz" dediği için Kadıköy Çarşı'yı ne kadar özlediğimi farkettim. Eskiden her akşam alışverişimi oradan yapardım e çünkü orada yaşıyordum. Ama tabi eve gelince marulu açtığımda abiye güzelce bir saydırdım, taze soğanı görünce iyice coştum. GS de yeniliyordu hem, salondaki bağrış çağrıştan kimse beni duymadı.

Yarın işe gidilcek. Şu an karşıya yüzsem enerjim tükenmez (hello tereyağı) . Ama uyumayı başarmam gerekiyor. Son 1 aydır iyice bıraktım, uykusuz takılıyorum. Vücudum ne zaman iflas eder diye bekliyordum ama sandığımdan dayanıklı çıktı kerata. Daha geçen Cuma pes etti. 9'da koltukta uyuyakaldım. Bilmiyorum, bu nasıl bir eksikliktir ancak bende "hadi yatağa gideyim de uyuyayım" ayarı yok. Böyle bişey tanımlı değil. Nasıl tanımlarım?! Yok yani...

Havanın yağmurlu olması, kaloriferlerin yanması, ekmeğin üzerinde nutella olması ve bir evin kedili olması ne de güzel bir-şey-dir.

Kısa postu büyük fotoyla tamamlayarak kaçıyorum. Uykuya dalmadan önce Kaptan Jack Sparrow'u okulunda isyan çıkarmak için mektupla çağıran küçük kızı düşüneceğim sanırım. Pofuduk yorganların ve buluttan düşlerin arasında...





Hello Mr.Zebra,
Can I have your sweater?
Cause it's cold cold cold
In my hole hole hole.

Ratatouille Strychnine
Sometimes she's a friend of mine
With a gigantic whirlpool
That will blow your mind

Hello Mr.Zebra
Ran into some confusion
With a Mrs.Crocodile-dile-dile
Furry muscles marching on
She thinks she's Kaiser Wilhelm
Or a civilised syllabub
To blow your mind

Figure it out
She, she's a goodtime fella
She got a little fund to fight for Moneypenny's rights
Figure it out
She, she's a goodtime fella
Too bad the burial was premature
She said and smiled!


Çokça yorgun, gene de neşeli. Biraz üşümüş sarınmış, biraz da serin havayı huzurla kucaklamış. Adaçayı yapmış. Yarısını içememiş. Çikolataları ardı ardına lüpletmiş. Kedi yüzünden beyiyle didişmiş. Ama sonra tatlı tatlı barışmış. Koşuşturmalı bir haftasonu ihtimali gözünü korkutmuş bu sefer. Plansız, her zamankinden beter. Bir moddayım bu akşam. Otursam da hayali piyanomda şu şarkıyı çalsam, hayali çocuğuma...
Yine bir bayram dönüşü, hava patladı. 13 yıllık İstanbul yaşantımda bu durumu kaç milyon kez yaşadım bilemiyorum. Haritayı büzüştürsen yanyana gelecek iki şehir ama Bursa - İstanbul yolu her sonbahar eziyete döner, taa ki ertesi bahara kadar.

Alışveriş merkezinde kuzu kuzu gezerken bugün, annem aradı. Deniz patladı, "kuzu"lar göründü, sahilden metrelerce içeriye su taşıyor diye... Hah dedim, negzeeel.

Annem heyecanla arayınca, ido'yu iptal seferler için çaldırıp kapatmak farz oldu. ido bana "yine kontürün mü bitti cicim" diye döndü ve iptal seferleri sıraladı: Neredeyse tüm öğleden sonra deniz taşıtlarıyla hop hop etmek yassaktı.

Görev bilinci yüksek olunca, annem bize uyan otobüs şirketlerine de ulaşıverdi ve gördük ki; Cumartesi - Pazar'a bilet yok. Aaaa çok şaşırdım. Tam sinemada ara vermişiz, mutlu mesut Gru'yu ve minyonlarını izliyoruz. Uzay üssü gibi bir salon. Sanki roketin içindeyim, tuhaf 3D gözlükler de cabası.

Telefonu sakince kapattım. Filmin diğer yarısını mevzuyu hiç düşünmeden izledim. Zaten başıma gelecek belli -> Cumartesi hava patlar da dönemezsem, bayram dönüşü Pazar günü zor dönerim: Referanduma da yetişemem.

Şu an dışarda manyak gibi rüzgar var. Sanırsın kar fırtına tipi. Sinir stres değilim henüz, ama olmama ramak kaldı. Şu küçücük deniz Marmara'nın yarattığı aksiyona inanamıyorum. Belki de küçük deniz olduğu için durağan değildir - felsefi & fiziki dönderme. Yarın için şansa ihtiyacım olabilir. Sevgili gezegenim Jüpiter'den bekliyorum artık bir güzellik.

Herkese iyi bayramlar! Eve dönüş yolunda da hayırlı yolculuklar!
Uykusuzluk ve yol... 24 punto ve bold karakterleriyle aylardır üzerimde oturuyor bu ikisi. Kariyerimin de muhtemelen. Gözlerim boş bakıyor. Beynim uyuşuk. Ölen beyin hücrelerimin haddi hesabı yoktur.

Yollarda perişanım. Servis koltuklarına yapışık yaşıyorum. Koltuklardaki mite'lar ve başka insanların saç telleri en yakın arkadaşlarım.

Taşınma konusunu açmayalım, istemiyorum. Sadece birazcık ama birazcık erken yatabilmeyi öğrenmek istiyorum. Ama kaskatı bir direnç var içerilerde benim, bazı konulara karşı. Oturup ele alıyorum ve sonra gene eskisine dönüyor.

"What part of forever, don't you understand... " Hem aşkı anımsatıp karnımı gıdıklayan bir şarkı bu. Hem de nedense bitmeyen yolları, bu aralar...

Şimdi bu şarkı ile uyuya kalacağım... Filmlerde hani kahraman koca bir macerayı tamamlar ve neşe ile uykuya dalır ya. İşte öyle :)



Çalışmanın beni pek mutlu ettiği günler bunlar. Ofiste hırka giyiyorum!!! Öylesine köklenmiş bir klima düzeneği ile karşı karşıyayım. Tutulup kalmamak işten değil.

Oğlumuz kedimiz ayı gibi oldu. Hangi macerasını anlatsam bilemiyorum. Büyümesi yavaşladı - neyse ki - ayrıca olgunlaşma namına bazı emareler de görülüyor. Aynı bir çocuk gibi; yakın zamanda başka bir tantrumu, ergenliği (!) ile uğraşmak zorunda kalacağız. Kaldı şurada 1 ay en fazla...

Yatak odasında da kediyle hakimiyet savaşları sürüyor. Artık bazı sabahlar üç kişi uyanıyoruz. Gece Miço yaramazlık yaparsa -uykumda bacağımı ısırmak gibi- yataktan atıyorum, yerde yine yanı başımızda uyuyor. Geçen Cumartesi sıcağın da etkisiyle kendimi öğle uykusuna bırakmıştım;Miço da bana eşlik etti, şahaneydi. Ayaklarımın dibinde uyudu, uyudu uyudu...

Tabii bu hakimiyet savaşlarının baştan kaybedilmiş olduğunu söyleyeniniz çıkabilir. Zira eskiden Miço'nun yatağa girme izni de yoktu. Alan açma konusunda mükemmel ve örnek alınası davranışlar sergiliyor, elim kolum bağlanmış bir şekilde ama takdirle izliyorum :P

Uyku bu aralar haram herhalde. Gecede 3-4 kez uyanıyorum, sıcaktan, vantilatörün sesinden, zavallı yorgun kocamın homurtularından... Serviste pelte gibiyim. Sabah şirkete vardığımızda araçtan inince, 3-5 adım neredeyim nereye yürüyorum idrak yok, o derece pelte.

Uzunca bir yazamama arası vermiştim. Yetiştirmem gereken bir proje vardı, mesai yaptım bir ay boyunca. Şikayetçi değilim, ekmek parası. O arada yazılacak şeyler ve ifade edilecek duygular birikse de, elimden gelmedi bir türlü.

Sizinle aramızı tekrar ısıtmak için Miço'nun bir fotosunu paylaşayım dedim ama dandik Vista bir SD kartı bile okuyup gösteremedi. Hayret bişey.

Herkese iyi uykulaar! En azından Atlantik'in doğu yakasındakilere :)
* Haftanın ve konser koşturmacasının yorgunluğu ile felaket sıcak bir güne oldukça geç uyanıyorum. Kim hazırlanıp gidecek şimdi yine yine yine... Sevgilim geç gelecek, çünkü işi çıktı. Ve 3 günlük biletleri almamızın asıl sebebi olan bir kaç grubu izleyemeyecek.


* Sonunda gereken enerjiyi zor da olsa topluyoruz. Bugün üşenmiyor, siyah ojelerimi sürüyor, makyajımı yapıyorum ! Siyah ACDC tşörtü, streç lacivert jean ve kocaman botlarlayım. Kardeşim eski trash'çilere benzediğimi söylüyor. Hakkaten de öyle olmuşum.


* Karaköy'den İnönü'ye taksi tutmak zorunda kaldık, ben yine tramvay seçeneğini unuttuğum için! Taksici yolda 16 yaşındaki oğluna bu konserlere gitmek için izin vermediğini anlatıyor. Biz iki kardeş, abiyi ikna çabasındayız. Bari seneye izlesin çocuk. Yol ve kuyruk durumunu da taksiciden aldık: Adamcağız tüm gün bu çevrede çalışmış, kalabalığa, trafiğe ve siyah tşört sayısına inanamamış!


* Yandaki kapının kuyruğuna Dolmabahçe'den girdik! 5 dakikalığına biletimi kaybettim paniği yaşadım. Of içeri girelim artık. Sevgilimin favori grubu Anthrax içerde çalıyor şu an.


* Girdik! Bu sefer eski yerimize değil, biletimizin olduğu yere yöneliyorum. Tabii ki dolu. Mis gibi yeri kapmışlar çoktan. Gidip arıza çıkartıp orayı boşalttırmakla sakince takılmak arasında salındım birkaç dakika. Umursamamaya karar verdim. Yeni yerimiz de güzel..


* Kardeşimin arkadaşları da yanımızdalar. Bir sürü yer tuttuk, rahatız. Anthrax bitti. Hiç bir şey anlamadım.


* Megadeth biraz bekletiyor. Bu deneyimi - normalde bütün konserleri çok ayık izlerim - bir bira ile taçlandırmaya karar verdim, fakat açım! Köfte-ekmek ve bira kuyruğunun az olduğu bir yer bulmam lazım.


* Köfte ekmeğimi kemirerek bira kuyruğunda beklerken, bir bira alana haftaya yapılacak Unirock için iki adet bilet verdiklerini öğreniyorum. O büfeye özelmiş, kimseye duyurmayın, biletler bitene kadar organizasyon şirketinden bir sürpriz! Biletleri kapıyor, bir elimde plastik bira bardağı, ağzım köfte dolu bir elimde de köfte-ekmek varken arkadaşlara rastlıyorum. Hızla beleş bilet olayını anlatmaya çalışıyorum ağzım halen doluyken, aldığım tepki : "Şaka yabmıyosun di mi?!?!" oldu. La git, bak şakayı görürsün.


* Beleş biletleri kardeşime hibe ettim. Sevinçten göbek attı. Bir haftada iki festival bana fazla. Sağlam gruplar da varmış iyi mi. Bunu duyan kardeşimin bir arkadaşı - biletleri sonra satarım çakallığı ile- 4 bira karşılığı 8 bilet alıp gelmiş. Birden oturduğumuz sırada bira enflasyonu oldu. Du du Megadeth başlıyor.


* Anaaa Megadeth. De ben hiçbir şey anlamıyorum şarkılardan. Ses çok kötü. Ben de unutmuşum şarkıları. Yok ama ses çok kötü. Kardeşimin 4 bira alıp gelen arkadaşı meğer içki içmezmiş. Yüreğimiz nimetin ziyan olmasına izin vermiyor. Sıcağın alnında gelsin ikinci biralar.


* Çevredeki herkes beleş bilet kapmış, herkesin kahramanı durumundayım şu an. O yüzden emrettim, iki kişi iki yandan şu an bana bira içiriyor, bir üçüncüsü de fıstıkla besliyor. Megadeth neymiş :PP


* A Tout Le Monde!!! Sonunda bir şarkının tadına varıyorum. Ah Megadeth, ben senden bişey anlamadım.


* O kadar içtik, tabii ki tuvalete gitmek icap etti. Yolu bulamadım, yarım saat dolandım, bir geldim tuvalet sırası felaket ve fekat ben öleceğim sanırsam. Kuyruktaki kızlarla isyan ettik ve İnönü stadının erkekler tuvaletlerine daldık. Hepsi siyah makyajlı tuhaf giyimli bu kızlarla isyan etmek çok eğlenceli oldu, ayrıca herkesi ben galeyana getirdim niheh. Bu arada organizasyondan birini yakalayıp haşladığımı ve sonsuz nezaketle karşılaştığımı da belirtmek isterim. Ama çözüm üretilmedi tabii ki. Erkekler tuvaletini de 3 gündür kızların paso kullandığını öğrenmiş olduk böylece, içeride erkekten çok kız var :) İsyan hafif yalan oldu :P


* Slayer. Sevmem. Geçsin bitsin. Amanın sevgilim geldi, yihu yihu!! Onu da doyurmak lazım.


* Metallica'ya geri sayım başladı. Sevgilimle kuyruktayız. Heyecan dorukta. 99'da Metallica'yı Ali Sami Yen'de izlemiştim, bakalım şimdi nasıl geçecek!!


* Evet, katılıyorum ki bu adamlar bir başka. Sahne arkasındaki dev ekrandan tutun, konserin yönetmeninin seçtiği görüntülere, alevli şovlara ve setliste kadar! 99'daki konsere çok benzeyen bir setlist bu ama işte Metallica da bununla güzel dinleniyor!


* Çok çok iyiydi. Çok güzeldi. Son anlarda elimizden geldiğince fotoğraf çekmeye çalıştık. Bir ara video bile çektik. Ben headbang yaparken yakalandım. Eşim; "Eveeet ananız böyle kafa sallardı diye gösteririm çocuklara ilerde" diyordu bir ara...


* Obey your master, arkadaş! Budur.
Çocukken, büyüdüğümde hangi mesleği yapmak istediğimle ilgili ilginç bir şey söylerdim: "Bilim kadını olacağım". Bu 5-6 yaş civarı kafama taktığım bir şeydi ve bir süre kendimi bir icat yapmış olarak dergi kapaklarında hayal etmemle ergenliğe doğru sızdı. Madame Curie hastası olduğum bir figürdü, zaten geçen sene Pantheon'daki mozolesini ziyarete gittiğimde de içim bir acayip oldu, eski hayaller depreşti.

Ama aralarda, tabii ki farklı şeyler de aklıma takılırdı. Örneğin 9-10 yaşlarındayken, arkeolog olmak istediğime karar vermiştim. Ve doğrusu, diğer düşündüklerim arasında bu o kadar net bir histi ki, hala içimde hatırlayabiliyorum.

Sonra nasıl vazgeçtiğimi söyleyeyim. Tabii o zaman - ve halen ama azalarak :/ - istediğim şeyi yapabileceğim hissine sonsuz bir şekilde sahip olduğum için, arkeolog olmakla aramda hiçbir engel yoktu, olamazdı. İstiyorsam olurdum. Fakat annem bana bir gün, ben büyüyüp üniversiteden mezun olup bir kazıya katılana kadar, bütün eserlerin bulunmuş olacağını söyledi!!! Annemin mühendis olduğunu belirtmeme bilmem gerek var mı... Tabii ki hislerim annemin yetişkin sözleri karşısında fazla tutunamadı, başka arayışlara girdim.

Taa o zamandan karakterime uygun bir hayal kurduğumu söyleyebilirim, işaretlerini alıyor insan demek ki. Lisede şehrimizi ziyarete gelen yaşıtlarıma türbe ve camileri dolaştırır (!) bu gezilerden çok sıkılmalarına da bir anlam veremezdim örneğin. Ki bu çok sonraydı. Sonuçta bir rehberle evlenmemi de şimdi düşününce hiç şaşırtıcı bulmuyorum :D Hafta sonu gidip güzel mozaikler görelim diye hayal kurmak da bizim ailenin bir rutini oldu artık...

Şu yazıyı okudum da demin, uktem depreşti. Halen gazetelerde bir kazı haberi okuduğumda, üniversiteden mezun olacağım zamanı ve haberdeki kazıya yetişip yetişemeyeceğimi hesaplar dururum....
Kimse yazmadan yazmak istedim niheh. Şehrimiz artık vampirlerin doğal sığınağı olabilecek kadar kasvetli ve güneşten uzak bir yer oldu. ( Hurray!! :P ) Koşun Cullenlar, Volturiler! Siz de Ege sahillerinin, Marmara'nın güzelim adalarının tadına pırıldamadan varabileceksiniz!

Sabah servisi kaçırdığımdan toplu taşımalarda bayağı gözlem yapma fırsatı yakaladım. Şemsiyelerimiz geçen bahardan beri resmen evrilmiş! Bu kadar çeşitli ve renkli modeli birarada göreceğimi tahmin etmezdim. Şemsiyem diğerlerinin yanında demode kaldı. Ayrıca kişisel favorim olan kapşonlu sweatshirt de en popüler sezonunu yaşıyor.

Yıllar yılı üstte marka mont, altta parmak arası terlik yağmura yakalanmış turistin havalı görüntüsünü kıskandık! Artık buna bir son verebiliriz. Halkımız üstte ceket, altta terliğin her formunu doğal bir şekilde kombinlemiş. Ancak unutulmaz kreasyonu; şakır şakır yağmur altında, deri şık sandalet, kapşonlu laci sweatshirt - kapşon takılı- ve güneş gözlüklü gezen abimiz oluşturmuştu bana kalırsa. 10 üzerinden 10 veriyorum yaratıcılığa!

Vampirleri madem o kadar çağırdık, şehre bu kasavete yaraşır fon müzikleri temin etmek lazım geldi. Yakında dev hizmetimle karşınızda olacağımı belirtir - daha çok kendime hizmet ama- , yağmurlu yanaklarınızdan çimdiririm.
* Yoğun bir gün olacak, hatta bazı randevularımı bir gün önceden ertelemem gerekti. İşte başlıyoruz!

* Önce dişçiye gidiyoruz. Karı ve koca. Evliliğe bu tip işleri birlikte yapabildiğimiz için daha bir bayılıyorum. Tek başına dişçiye gitmek bir stresken (evet ne var, sevmiyorum kafatasıma bir şekilde bağlı olan kemiklerin içinin oyulmasını dinlemeyi) yanımda birinin olması süpermiş. Tabii metal müzik dinlemek de belli bir saatten sonra beyninizi oyuyor ama o tercihli. Devam...

* Dişçiden (hekim demiyorum inatla bu yazıda farkındaysanız :P ) çıktık, yeni fırçalarımızı aldık. Bize şahane yeni fırçalar yazdılar. Eve yürürken, marangoz bulmamız gerektiğini hatırladık. Son 2 aydır en yüksek öncelikli iş buydu, kuyruktaki işlerin erime hızına bakarsak bu kuyruk hiç bitmez! Yürü marangoza.

* Marangozu eve getirdik ve ölçüler falan tamam. Fiyat çıkarmak için atölyesine geri dönerken, kediyi de veterinere götürmemiz gerektiğini hatırlayıp Miço'yu da yanımıza aldık. Marangoz bize biraz tuhaf bakıyor ama, aklı başında bir adam, pek takılmadı.

* Ufak bir sırt çantasının içinde seyahat ediyor Miço, kafası dışarda etrafı izliyor. Ama artık bu yolu kullanamayacağız sanırım, çünkü henüz 5 aylık ve şimdiden 4 kilo olmuş bile! Veteriner tırnaklarını zor kesti, çok kızdı ona Miço. Büyük bir kedimiz olacak! Şişko değil neyse ki :)

* Eve döndük, yemek yapıp bolca tıkınıyoruz, çünkü stadyumda yemekler kötü ve kalitesine göre pahalı. Üst baş bile değiştirmeden yola çıkacağız anlaşılan, old-time rocker gibi hissediyorum kendimi.

* Vapur süper. Vapurla metal konserine gitmek başka hangi şehir insanlarına nasip olabilir acaba? Çayımı da hüpletirim, hiç affetmem. Konser dürbünü burada çok işe yaradı, vapurun arkasından her yere bakıyoruz.

* Tembel ve evli barklı müzik dinleyicileri olduğumuz için gündüz gruplarını kaçırmışız. Kuyruğa girdik, saat 7'ye geliyor, Hayko Cepkin bile bitmiş. İçeri harala gürele giriyoruz, her zamanki yerimize yerleşiyoruz - her zamanki ehemmm- Diğer tanıdıklar da bizi bulur orada.

* Şu Sonisphere logosunun üzerinde bir sonraki konsere kaç dakika kaldığını geri sayarak gösteren saate bayıldım. Her baktığımda heyecan kaplıyor içimi!

* MANOWAR!!! Yihu. Tam bir kız sevinmesi oldu bu :) Geçen geldiklerinde izleyememiştim, şu an çok gazım, ve fakat ses sisteminde mi bir sorun var, bende mi?! Hiçbir şarkıyı nakarata gelene kadar algılayamıyorum.

* Evet, gerçekten ben hiçbir gitar riff'ini algılayamıyorum, vokalisti -lütfen- duyuyorum arada. Yine de sevdiğim şarkılar çıktıkça tepişiyoruz, tezahurat yapıyoruz, eğleniyoruz. Joey DeMaio'nun uzun ve mükemmel Türkçe konuşması hepimizi çileden çıkardı, gene coştuk ya, allah kahretmesin! Buradan bakınız...

* Other bands play, Manowar kills! Bu bir gerçek. Çok keyifliydi, çok iyilerdi. Daha uzun ve headliner olacakları bir konseri iple çekiyorum. Eşim tabii ki saniyesinde Manowar gazına gelip Rammstein'ı sildi kafadan. Ben hala alevli şovun etkisinden çıkamadım.

* Ve Accept. 45 dakika bekledik, kimileri yıllardır beklemiştir eminim. Şu an çevremde Accept'i ne adam gibi oturup dinleyen var, ne de bir şarkısını hatırlayan. Amcalar çok iyi ses çıkarıyorlar, o ne öyle!!! Bazı şarkıları da oradan buradan tanıdık geliyor bize amaaa... I-ıh. Duramayacağız. Çünkü aklım başka yerde :)

* Yıllar sonra tekrar Gizli Bahçe'deyiz! Eşimle tanıştıktan sonra İstanbul'da ilk görüştüğümüz yer. Anıları çok ve hoş, bu açıdan. Canım arkadaşım Gizem'in doğumgünü için geldik, iyi ki de geldik, herkesler burada! Eski dostlar, yeni sıcak insanlar. İçimden Gizem'in ne kadar şanslı ve içten biri olduğunu düşünüyorum; gelenlerden hiç tanımadıklarımla bile hemen sohbete koyulabiliyoruz.

* Çok kalamadık Gizli'de, ama kısa ve tatlıydı. Hediyem de beğenildi - sanırım :)

* Az müzik yorumlu, bol koşturmacalı bir gün oldu. İnternette bir sürü zaman geçirip, Cuma gününün yorumlarına ve videolarına baktım, yine geç kaldım uykuyla randevuma... Ve yarın dahası var! "Hail! Hail! Hail!" sesleri dönüyor kafamın içinde :) Ve bu hoşuma gidiyor...
* İşten erken çıkamadık. Stone Sour, Pentagram ve Alice in Chains'ın yarısı kaçtı.

* 3'ten sonra ofiste heyecandan oturamadım. Paso Ekşi Sözlükte içeri girenlerin yorumlarını okudum. Cumaları dolu olan Taksim servisine erken binip yer kapabilmek için ofisten 10 dakika erken çıktım. Ofiste üstümüzü değiştirdik, serviste şirketten konsere gelen kafa tiplerle sohbet edip eski konserleri yadettik.

* Stone Sour hakkaten kaçtı ya. Bir daha nereden denk gelecekler de burada konser verecekler...

* Alice in Chains'i Taksim'den aşağıya bir yandan hızlı yürür bir yandan elimizdeki tostları tıkınırken duymaya başlayınca bende nabız iki katına çıktı.

* Hmmm Alice in Chains... Aslında Layne Staley'den sonra (2002'de uyuşturucudan öldü) yeni vokale sarmadığımı söyleyebilirim. Ama festivl ortamına ısındık. Biralar gelsin, arkadaşlarla selamlaşılsın.

* Alice in Chains bitti... Sırada Rammstein var. Ve 1 saat boşluk.

* Rammstein için sahne kuruluyor. Yurtdışındaki sahne şovlarının kaçta kaçını burada yapmaya cesaret edeceklerini düşünüp duruyorum. Ne de olsa, pörnögrafi çizgisini pek seviyorlar. Sahne siyah bir örtü ile kapalı, gizem artmış durumda. Hava kararıyor. Beklendiği gibi yağmur yok.

* Yeni açık tribünde olduğumuz için yerleşim ya da kalabalıkla ilgili anlatacağım birşey yok. Yerimizde paşa paşa oturup, itişenleri izliyoruz. Saha içi için yaşlıyım ama bundan sonraki konserde bunu tekrar değerlendireceğim :)

* Motörhead tşörtüm süper. Ama siyah makyaj konusunda hamlamışız. Elektrik mavisi ojelerimi sürmeyi çok düşündüm bir gece önce, ve fekat tabii ki üşendim. Ofiste havalı olurdum gerçi...

* Dürbünümüz var. Süper bişey. Sahneyi herbir yeri görebiliyoruz. Ayrıca yarım dürbün gibi, tek göz için olduğundan kendimi Jack Sparrow gibi hissediyorum.

* Rammstein çıkıyor. Siyah perde hala kapalıyken vokal ve müzik hafiften başladı. Saha içinde çok fazla cep telefonu ile kayıt yapan var, uzaktan ateş böceği gibi çoklar. Saha içinde olsaydım beni sinir, hayır hayır deli ederdi. Bundan uzak olduğum için memnunum.

* Rammstein hala çıkıyor. Birden siyah perde düştü. Altından sahneyi hala tamamıyla kapatan dev, arkadaşlar DEV bir Alman bayrağı çıktı. Herkes herkes kudurdu, hepimiz çok gaza gelmiş durumdayız. Neden bilmiyorum! :)

* Bayrak da indi. Ateşler ve patlamalarla. Sanırım Rammstein herşeyiyle gelmiş İstanbul'a :)

* Bu sırada Alman arkadaşımız Kat'i bol bol anıyoruz. Buraya yazamayacağım bir esprisi sebebiyle... Off bu espriyi asla unutmamalıyım :DD

* Yukarda anlattığım girişi izlemek isteyenler buraya bakabilirler. Hayır, ben çekmedim. Girişten sonrasına tahammül etmeye uğraşmayın, ses kötü.

* Bayrağı toplayıp götüren minik adamcıklar var. Yani eğildikleri için pek minikler. Çok organize :)

* Yine Almanca öğrenmiş olmayı istiyorum. Rammstein'ı çok dinlemedim, ama çok çok iyiler. Ondan ayrı olarak, sahnede devamlı bir haltlar oluyor. Arkası dev ve ürkütücü bir fabrikayı andıran çok katlı bir stage kurmuşlar. Her yerden devamlı alevler patlıyor, fişekler uçuşuyor, solist elinde alev makinası ile orayı burayı yakıyor. Her şarkıda savaş çıkıyor sanki; dumanlar, dumanların arasından sızan spot ışıklarıyla ürkütücü güzellikte. Gülüyoruz eğleniyoruz.

* Sahneye -sahte- bir seyirci fırladı. Solist de (Till) onu alev makinası ile bir güzel yaktı. Dublör tamamıyla alevler içinde oraya buraya kaçıştıktan sonra, bir kenarda söndürüldü.

* Klavyeci (Flake) çok acayip bir adam. Demin Till ile kavga ettiler, Till onu koca pis bir küvetin içine koyup 5 metre yükseğe çıkarak - uçarak diyeyim - üzerine yanan bir sıvı döküp tutuşturdu. Flake küvetin içinde yandı, bitti, kül oldu. Sonra küvetten içeri atıldığında üzerinde olan siyah cübbe yerine yıldızlar gibi parlayan bir kıyafetle çıktı. Klavyesinin başına döndüğünde, artık onun için zemin yerine bir yürüyüş bandı vardı.

* Flake artık klavyesini yürüyerek, çoğunlukla koşarak çalıyor. Bant üzerinde. Manyak bu adam...

* Sahneden fırlatılan havai fişekler üzerimize doğru gelirken, ses kulelerinin orada başka havai fişekleri tutuşturup çok güzel bir görüntü oluşturdular. Hep gülüyoruz. Sanırım biraz da sarhoşum.

* Adını yazmasam iyi olacak şarkıyı çalıyorlar. Till bacaklarının arasına devasa bir hmmm... pembe bir... İşte ondan aldı. Tüm VIP'leri "köpüğe" buladı. Herkes yine kudurdu. Bayrakta yaşadığımız kudurmayı da bu şekilde açıkladım sanırım, "bu ne cüret" hissi insanı dellendiren. Devamında "Muhahahahaha iyi ki yapmışlar" oluyorsun.

* Düşünüyorum da, Metallica'yı Kreator'u Dio'yu (rahmetlik) ve daha pek çok grubu canlı izleyebilmiş biri olarak düşünüyorum da... Böyle bişey yok!!! "Paramızın hakkını daha ilk gecede verdiler, gerisi beleş yıh yıh" şeklinde bir laf geçiyor kafamdan.

* Sahneden indiler. Aslında kısaydı ama, değdi hakkaten. Ve inmeden önce, grubun sahnenin önüne gelip herkesin önünde saygıyla eğilmesi neydi o öyle. Bu hallerinden çok etkilendim. Seyirciye şovla gerçek hayatın çizgisini nerede çektiklerini gösterdiler, seyirciye nasıl gerçek bir çeşit saygı duyduklarını gösterdiler - Zira konser boyunca küfür, dayak ve sembolik olarak yakılmaktan kurtulamamıştık.

* Uzun bir haftasonuna güzel başladık. Eski günlerdeki gibi herşey...
Aşk-ı Memnu' nun finali için bu akşam Pina Bausch'un Nefes'ini ektiğime inanamıyorum. Bir daha dizi izlersem beni uyarın. Bütün kış bu saçmalığa her Perşembe -merakla- tahammül edebildiğime inanamıyorum.

Güzeldi aslında, yaşanmamışlıklar, ifade edilememiş duygular, kızgınlıklar ve Firdevs Hanım + hesaplarını düşünülünce keyifle de izledik. Fakat an itibariyle final için sarfettiğim lafları burada yazabileceğimi sanmıyorum, terbiyelerimiz müsaade etmez.

Beklerdim ki;

* Adnan sonunda kendini ifade edebilsin. Aylardır evin içinde anlayamadığı o dönüp duran olaylardan hissettiklerini kelimeleriyle ifade ede ede akıtsın.

* Behlül, Bihter ve Adnan bir kez yüzleşsin. Senaristleri mutluluktan coşturacak sahnedir bu derdim hep, kaç bölümdür bekliyordum. Bu mudur?! Önünüzde patlayan bir silaha bir adım dahi atamaz mısınız? O eve nasıl ambulans çağırılır? Bir insan nasıl elinizde ölür? Bu kadarcık mı?

* Nihal... Behlül'le son bir kez göz göze gelebilmesini dilerdim. Eee halinden anladığım kadarıyla kendisi de dilerdi bunu :P

* Behlül'e kemale ermiş, Kadir İnanır olmuş, saçı sakala karışmış, kendinden nefret eden adam havası vermeyeceklerdi! Bunun sonu bildiğimiz üzere bir balıkçı kasabasında Perihan Savaş ile mutluluğa ermektir. Behlül o toprakları ağzına yüzüne sürecekti, utancından vicdan azabından bir gram okuyamadım ben yüzünde. Yoksa Kıvanç kardeşimizin daha çok fırın ekmek ve hatta fırınların kendisini de mi yemesi gerekiyor?! Aaa yoo yoo, o kadar yemesin, yanları çıkabilir!

* Beşir'in sadece final değil tüm dizi boyunca en büyük gerzek olduğunu düşünüyorum. Ha son bölümlerde sanrılarından dolayı dakikada bir karar değiştirdiğini varsayarsak, bir mantığa oturtabiliriz. Ama değilse de bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Ya konuş ya sus be adam.

* Matmazel'in Adnan'ın yüzüne "Behlül ile Bihter" diyebilecek cesareti artık bir an olsun bulabilmesini dilerdim. Gitti gene "Behlül Nihal'i aldatıyor ama bilemiciim tam kimdir nedir" tribine girdi yaa. Ha belki sahnenin görünmeyen kısmında demiştir ama istedim ki ağzından duyabilelim. Bi cesaret Matmazel!

Beğendiğim bişey: Nihal! Ne şanslı kızsın. Yaslanacak dağ gibi bir baban var şu hayatta. Ben sanırdım ki Ednan'ın kalbi tekleyecek, Nihal aileyi çekip çevirmek zorunda kalacak. Ama yook, Adnan ki bunu nasıl atlattı. Atlatmış görülebiliyor ya da... Toparlanmış, çocukları için planını yapmış, uygulamaya koyuyor. Hemen, anında, sapasağlam. Hayran kaldım, inanamadım. Anne-baba olmanın nasıl da zor olduğunu okudum gözünde adamcağızın...

Of neyse, bitti artık. Kurtulduk. Dizi izlemek ne bela bişeymiş. Aman iyi ki bitti. Üzgünüm Pina teyze :)




Kedimiz olur da vukuatları eksik kalır mı... Anlaşılan bu yazıların hatırı sayılır bir kısmını Miço'ya ayıracağım bundan sonra.

Akşam eve yağmurları selleri aşarak geldiğimde, manzara hiç iç açıcı değildi. Evin durumundan ziyade eşimin suratı binbir şekle girmişti diyelim. Meğerse kedimiz pencerenin kenarındaki güzelim saksımı devirmiş, tüm gün kendisine aktivite olarak da o toprakları yaymayı bellemiş. Çiçeğin dallarını yapraklarını parça parça ettiği yetmiyormuş gibi, çıkan toprağı da halıya iyice sürmüş. Ortaya çıkan bitkisel karışımı da yerlere ve halıya yedirmek suretiyle görevini ifa etmiş.

Ben tabi ki biliyordum bir gün o saksının ineceğini ama, gittiği yere kadar teknolojisini kullanmak istedim açıkçası. Burasıymış meğer o çiçek için yolun sonu :/ Ama olan akşam yorgun argın gelip de evi o halde bulan sevgilime oldu.

Eve vardığımda eşim bir esmiş gürlemiş, kediyle iyice dalaşmıştı. Odasında cezalı takılan pisicik bir yanda, ortalığı temizleyip çamaşır sulayıp "halıyı nasıl çıkarıcam" diye düşünen eşim bir yanda... Halıya da ben el attım, eşim gelip gidip sinirini kediye homurdanarak gösterdi, olay bitti.

Ama tabi Miço ile tekrar içli dışlı olmak hemen istemeyen eşim, çalışma odasında takılan ben; kedinin tepişme ve oyuna devam etme isteklerini tatmin edemedik. Baktım şimdi, bizden hayır gelmeyeceğini anlayınca uyku için yerini hazırlamış bizimki. Onun için de en eski battaniyesini seçmiş.

Havalar ısınınca battaniyesini çok sıcak olmasın diye bir kenara tıkıştırmıştık. Şimdi Miço gitmiş o bayıldığı daracık köşede yerini yapmış fosur fosur uyuyor. Muhtemelen uyandığında canımızı çıkarmak için gerekli enerjiyi topluyor :)


Dün akşam alışveriş merkezinin (yağmurlu bir pazar için en güzel aktiviteydi) bilgilendirici & eğlendirici billboardunda şöyle bir yazı okudum:

"Gündüz şehir gece köy
İstanbul'un Maslak ilçesinde (ilçe?) gündüz nüfus 1,5 milyon olarak tahmin edilirken gece bu rakam 1857 olmaktadır!"

Şimdi bu bilginin şaşırtıcılığı bir yana, önce doğruluğunu sorguladım. Ehh orda yurt var; 400 kişi eder en az :) Hepsi bu mu yani?!? Bir yandan da Maslak'ın ıssızlığını bilen bir kişi olarak (Sevgiler Anne ve Bebişi) olabilemez mi diye düşündüm.. E hani oralara bir sürü rezidans yapılmıştı...

"Zaten ilçe diyerek patlamışlar" demeyin. Semt de yazıyor olabilir ama sanki ilçe gibi hatırlıyorum. Bu bilgi gerçekse çok şaşırtıcı, bu bilgiyi bulabilmek iyice bir şaşırtıcı ama biri de gidip bunu bir tarafından atarak yazdı ise işte bu en bi şaşırtıcı olaydır benim için arkadaş!!!

Maslak'takiler?!?! Parmak kaldırın, sayıcam...

Hayatta tahmin edemezdim bir gün bir kedim olacağını! Ama işte var!!! Benim bir kedim var. Yihhuuu!!!

3 aydır "Şimdiden yazarsam şurdaki gibi rezil olabilirim" endişem sebebiyle yazamıyordum. Ama deneme süreleri vsler bitti çoktan, balayı da geçti. Artık ben bir kedi anasıyım :D

Oğlumuz gezegendeki en yakışıklı kedi bence. Ayrıca hep de istediğim gibi sarmanın teki. Annesi balkonun altında yavruladığı zaman, sapsarı yavruları gördüğümde bunun bir işaret olabileceğini düşünmüştüm :)

Kısaca kendisinden bahsedeyim:

Çok temizdir. Eve ilk getirdiğimizde kumunun kokusu yabancı geldiği için tam 2 gün tutmuştu yavrum tuvaletini. Sonra eşim de ofisindeki kedinin kumundan getirip karıştırdı, kokusunu tanır tanımaz hemen gelip yapmıştı.

Sabahları çok dakiktir. Yatak odasından saatimin alarmını duyar duymaz kapının önüne gelir ve miyavlamaya başlar. Hem de öyle böyle miyavlama değil, bence konuştuğunu düşünüyor, kesik kesik kelime söyler gibi miyavlar. Dayanamayıp açarım, hemen guruldayarak içeri girer, sevilmek ister.

Veterinerinin söylediğine göre, çok büyük bir kedi olacakmış :) Öyle hızlı büyüyor ki, 23 Nisan'da tatile gittiğimizde 3 günde bile tipi değişmişti.

Çok meraklıdır. Sanırım her kedi gibi. Her tıkırtıya fışırtıya kıpırtıya kulak kabartır. Gider bakar, gerekirse pati atar.

Fazlasıyla enerjiktir. Evinde şu ana kadar 3-4 kedi yetiştirmiş bir arkadaşım, bunun kadar oyuncu bir kedi görmediğini söylemişti. Isırır da terbiyesiz. Ama zarar vermez, biraz çizer. Büyüyünce geçeceği hayali ile yaşıyorum, başka türlü terbiye edemedim :/

Bana hayvanları "gerçekten" sevebilmeyi öğretmiştir. Bu güne kadar uzaktan, dokunmadan hayvanlara karşı iyi duyguları besleyerek (ama uzaktan) geçti hayatım. Şimdi gördüğüm her kediyi tutup sıkmak, evi yavru köpeklerle doldurmak, 8-10 kedi daha bakmak istiyorum.

Hep çocuğumu evcil hayvanın olduğu bir evde yetiştirmek istemiştim. Ama tabi bunu yapabilmek için insanın önce kendisinin bunu becerebilmesi gerekiyor değil mi :)

Çok mutluyum kararımdan. İnşallah Miço da öyledir. Evimizin yeni ferdi, genç adam! (oldu bile)
Tekrar şarkılı türkülü bir post ile karşınızdayım. Anneler Günü için bir şarkı seçecektim ama taze ve pırıl pırıl Cumartesi'yi atlamak olmazdı.

Yine Tori Amos. Çok popüler olmayan bir şarkısı bu. Nedense konserlerinde de fazla çalmaz. Bence mükemmelin şarkıda şekil bulmuş tanımıdır. İlk saniyesinden itibaren beni ritmiyle alıp, bulunduğum her ortamda tavanın yükselmesine sebep olur sanki, öyle havadar öyle ferah genişleyen bir şarkı.

"Particle by particle, she slowly changes" Sözlerini kimileri pek güzel yorumlamasa da, ben severim.

Bu şarkıyı çalmak isterdim. Piyanonun ritmik girişi, bas'ın eşliği için. Tavsiye edilen dinleme modu: Vapurda üst kata çıkın ama açığa değil. Yazın vapurda üst tarafındaki karşılıklı kapıları açarlar ve harika bir esinti olur. Bu iki kapının ortasında bir yere oturun ve iki yandan da boğazı izleyin. Sevgiler...

Sanırım artık bindiğim taksinin şöförüyle kavga etmeden indiğim çok azdır. Dün gecekinden sonra sorunun bende olabileceğini kabul ettim galiba.

Sabahın 06.45'inde kalkmış, çalışıp didinip bir de arkadaşlarım kırılmasın diye aktivitelerine katılmışken, dönüş yolunda ayakkabılarımın vurması sonucu korkunç bir 45 dakika geçirmiştim. Saat geceyarısını vurmak üzereydi. Aktarma yapacağım yerdeki taksiye atladığımda tek isteğim eve bir an önce ulaşmaktı. Fakat ben ki, hayatımın en korkunç hatasını yaparak bir taksiciyi bir çöp arabasının arkasında bıraktım. Daha 10 saniye geçmedi beklememiz, adam neden buraya girdiğimizi sordu. Bilmiyorum, belki normal bir soruydu. Ama o ayakların acısı yok mu... Evde bekleyenlerin düşüncesi. Neyse oldu artık, devam ederiz girdik bir kere diye geçiştirmeye çalıştım, çünkü çöp arabasından kurtulup devam etmemize 5 metre ya var ya yoktu. Şöförün bu akşam biraz asabisiniz demesiyle irkildim. Bakın taksicilere hak vermeye çalıştığım şu yazımda dahi, yine sinirleniyorum: Hiçbir taksici bana gelip de biraz asabisiniz galiba diyemez kardeşim! İşte tabi ki kopardım attım ipleri. İçimi tek rahat ettiren konu: Şöför bana sabahın 11'inden beri çalıştığını söyledi. Nihahah, ben sabahın kaçından beri çalışıyordum acaba. Oradaki zafer duygumu tarif edemem.

Sonra tabi gecenin o saatinde giyilen asabiyet bir türlü çıkmıyor insanın üzerinden. Eve geldim, kedi tepeme çıktı. Tahammülüm yoktu, resmen kavga ettim kediyle de. Var gücüyle ısırıyor bu hayvan, kıyafetler inceldi, etime sokuyor resmen dişlerini tşörtlerin üzerinden. Varsa bir allahın kulu bilen, anlatıversin hayvanın bu huyunu nasıl düzelteceğiz... Sonra tabi ev halkının geri kalanı da, 3 dakikalık taksi maceramdan paylarına düşeni aldılar. Gereksiz yere.

Sabah, taze, yeni bir gün. Geceki gerginliğim yorgunluk olarak kalmış üzerimde. Ama bugün herşey farklı olabilir. Bir daha hiçbir taksiciyle dalaşmamanın bir yolu olmalı. Eşimin en yeni ayakkabımın üzerine kendi ayakkabısını koymaması için ona bir raf açmalıyım. Kedinin ısırıkları içinse bir çözüm vardır elbet (Buna ben de inanmadım nedense heheh)

Gereksiz kızgınlıklara hayır diyorum. Taksici milletiyle savaşımı burada sonlandırıyorum.

Yüzyıl Sonra Gelen Edit: Farkettim ki, taksici veya değil, beni tanımayan herhangi bir insanın "biraz asabisin galiba" demesi pimimi direkt çekiyor. Kimsenin gününü, geçmişini, ya da son 10 dakikasını bile bilmeden birine böyle bir laf edilemeyeceğini düşünüyorum. Ama tabii, bir davranışla birbirini etiketlemeye hazır insanoğlu, ne kadar kolay bu lafı edip sıyrılmak. Aslında asabi olmakla suçlanmak değil, ne olup bittiğini anlamaya çalışmadan hakkımda peşin hüküm verilmesi beni sinirlendiriyor...

Bişey yazamiciim. Sadece geri dönmek istiyorum. Çocukken olduğu gibi; elime ananemin yaptığı ekmeğin kabuğunu almak ve bir köşede oturup geleni geçeni izlerken onu kemirmek istiyorum. Rüzgar essin ve üzerimizden şehir aceleciliğini alıp götürsün istiyorum.

Mükemmel bişey... Gün batımına yakın cenneti bulduğumu düşündüm. Ayrılamadım. Kulaklarınızı daha fazla duymak için iyice açıp, kuş seslerinden başka bir ses duyamadığınıza şaşırdınız mı hiç? Sonra tanıdıklarla sokakta çekirdek çitledik. Güneş hala batmamıştı, inanılmaz. Ve rakı sofrası. Cenneti bırakmak için daha iyi ancak birkaç tane daha sebep yazabilirim sizlere.


  • Öğleden sonra açan güneş,
  • 94.5 Rock Fm'in süper gaz şarkıları,
  • Hızla kod yazmak zorunda olmak,
  • Test aktarımı telaşesi
arasında bana sevdiceğimi hatırlatan bu şarkıyı sizlerle paylaşmak isterim.

Lise 2 yazıydı. Üniversite sınavına hazırlanıyordum. O yaz çok sıcaktı. Sıcakta bu kaseti teypte öyle çok dinlerdim ki; kasetin bantı artık esneyip uzamıştı :) Hep bir aşk şarkısı gibi gelmişti bana bu şarkı, hala da öyle gelir. Rahat, kafaya pek çok şeyi takmayan, ona buna takılmayan, iki ahbap çavuşun aşkı sanki.. "Laid back" işte. Bulamadım güzel çevirisini. Tiplerin de kafalar oldukça kıyak tabii :)

Şimdi eşimin de benim de en sevdiğimiz gruplardan olan Therapy?'nin bu güzide eserini sizlere sunuyorum. Böyle bir aşk hayal eden pek olur mu bilmiyorum ama işte benim genç kızlık hayalim buydu :)

Not: Eğer yarın hava güzel olursa, akşam 5'ten sonra Kuledibi'nden İstanbul'a şöyle bir bakış atmayı planlıyorum. Şanslıyım, toplantı için ofis dışındayım.


Let me try on your dress
It turns me on when we're a mess
Something's kickin' in
I smell the summer on your skin
I'm sick of being down
We're coming up so let's go out
We won't live forever now
So let's make the most of it somehow
Your body is loose - And you're going down
Your body is loose - You're going down
Your body is loose - And you're going down
Today
I don't care where you're from
Whatever planet you think you're on
Cos you're my space cadet
I'll go anywhere with you
Yeah
Maybe you're still lonely
but I love you you're my best friend
We look like sister and brother
According to all our friends
Your body is loose - And you're going down
Your body is loose - You're going down
Your body is loose - And you're going down
Today
There's no guns firing now
Big yellow cranes hold up the clouds
And this season's changed me
I've fallen into a different skin
We make quite a pair
And we look stupid and we don't care
We need no explanation
Just keep on taking the happy pills(!)
Today
Your body is loose - And you're going down
Your body is loose - You're going down
Your body is loose - And you're going down
today
Let me try on your dress
Birisi, hayatınıza karışmaması gereken birisi sırf "Yapma" ya da "Aaa ama olur muuu" dediği için bir şeyi şiddetle yapma isteği duydunuz mu hiç... Daha önceden çok iyi tartmadığınız, henüz karar da vermediğiniz niyet de etmediğiniz bir şeye tutkuyla sarılmanıza sebep oldu mu hiç birileri...

Bir süredir kafamda dönen taşınma ihtimalini işte böyle bir grup eleştiri sayesinde 3 dakikada gerçekleşebilecek bir resme dönüştürdüm. Yer, bütçe, zaman... Hepsi oturdu. Adrenalin zihni açar derler ama öyle gerçekçi ve olabilir görünüyor ki şu an her şey gözümde, taşınmamamız saçmalık gibi...

Tabii hepsi ince iplerle birbirine bağlı fazla hızlı yapılmış bir planın parçası olduğundan, biri tutmadığında diğerleri ne olur bilemiyorum. Zaten belki de tepkisel olarak duyduğum bu istek, bekleyip sakinleşsem ve kendimi dinlesem kalmayacak da.

Ama insanın hayatına da karışılmasın. Yolu ben çekiyorum, uykusuz ben kalıyorum, şehirde ben helak oluyorum. Sonra da bu hallerimin dinlenmesi ve anlayış gösterilmesi yerine "Aa nasıl yani" tepkisi verilince işte böyle gaza geliyorum. Dakkasında :)
Blogumun çok önemli bir eksiği vardı uzun zamandır. Kafamda evirip çevirip de konumlandıramadığım. En sonunda zihnimden geçtiği gibi yayınlamaya karar verdim.

Bilen bilir, müzik hayatımın önemli bir parçasıdır. Fazla iyi bir dinleyici oldum yıllar yılı. Çalmak ve söylemek ise hep hayallerde kaldı. Şimdi sizinle işin bu kısmını paylaşacağım; gün içinde aklımdan müzik dinlerken geçen en saf düşünceyi: Keşke burasını çalabilseydim' i... Ya da keşke burasını söyleyen ben olsaydım'ı...

Muhtemelen bu konu yine benden başka kimsenin ilgisini çekmeyecektir ancak ben bunu öyle sık düşünüyorum ki; artık yazılması gerekiyordu.(Belki de artık gerçekten çalmayı denemem gerekiyor) Şarkılarla veya müzisyenle ilgili tek tük laflarız yanında da, eğlenceli olur.

Aslında çok iddialı bir şarkı seçebilirdim; ama gecenin sessizliğine bu uygun düştü. Tori Amos malumunuz, arı kraliçe. Kendisi birkaç sene önce ciddi bir kişilik bölünmesi yaşadı ve evdeki Anne Tori'yi evde bırakıp; içinden çıkan sanatçı, savaşçı, yaralı, tutkulu kadınları serbest bıraktı. Bu kadınlar ortalıkta farklı farklı peruklarla gezmeye başladılar, kıyafetleri uçuk kendileri cüretkardı. Sonra bu kadınlara nasıl başardıysa şarkılar söyletti, hatta bazılarıyla düet yaptı. Ortaya American Doll Posse albümü çıktı. Albüm tanıtım fotosunda Tori, Amerikalı bir banliyo kadını gibi giyinmiş asfaltın ortasında duruyordu, sağ elinde İncil tutarken sol elinde 'Shame' yazıyor ve bacağının iç kısmından kan sızıyordu.

Neyse fazla uzatmayalım, ablalar asileştikçe tepemize çıkarlar (iyi anlamda). Biz de bayıla bayıla dinleriz (belki aynı şarkıyı üstüste 8 defa?) Tori Amos da bu ablalardandır. Bir şarkısının ufacık en basit piyano solosunu bile çalamadığım halde, şarkılarını baştan sona çalabildiğimi hayal ederim.

Kaç yaz önceydi bilmiyorum. Olimpostaydım, yalnız tatil yapıyordum. Denizden dönüyordum yorgun ama inanılmaz mutlu. Kolumun altına sıkışmış bir havlu, ayaklarımı tozuta tozuta, Huckleberry Fin yürüyüşü hani... Kafamı kaldırdım, hani toprak yol biter de artık Türkmen'in oralarda mıcır başlar, dağların orada bir dönüşü vardır. Kafamı kaldırdım, dağlarla göz göze geldim, tam o sırada bu şarkı girdi kulaklıktan. Kulübemin yolunu falan nasıl buldum hatırlamıyorum, sanırım o andan sonrasını uçarak tamamladım..

"Beauty Of Speed"i sırf bu an ve girişinde piyano ile çalınan aksak melodi için seçtim; ve davuldan gelen sert vuruşlar. Ah o melodiyi çalabilmek için neler vermezdim. Ve aşağıda yapıştırdığım sözleri için. Tatilim bittiğinde koşa koşa İstanbul'a döndüm ilk kez. Sabah eve vardım, biraz uyukladım, öğlen evden çıktım ve gece Tori Amos'u festivalde bu şarkıyı söylerken canlı dinledim :)



"Smacked up side of the head
with the harsh of daylight
So simple last evening
The beauty of speed
Afraid we've been changin'
in a way I wasn't lovin'
Feel those colors changing
the beauty of speed
I'm comin' back for more
out of a black and white world
Past a shooting star
the beauty of speed
See the colors changing"

* Yazının başlığını sonradan değiştirdim. Umarım yarın hava şarkıma eşlik edecek güzellikte olur!

  • Kırmızı şarabı yemekte ayaklı kadehte değil, küçük ucuz kalın su bardağında içmeyi...
  • Yeşil salatayı taze naneli yapmayı...
  • Makarnayı kendinden geçene kadar pişirmeyi...
  • Omlete süt karıştırıp kocaman şişmesini beklemeyi...
  • Emirgan'da bal kaymaklı kahvaltıda taş fırın ekmeği ve beyaz peynirin de tadına varabilmeyi...
  • Mücveri yeşil soğanlı ve sarımsaklı yapmayı, bazen kabak kullanmamayı...
  • Et soteyi mantarlı yapıyorsam bolca karabiber koymayı...
  • Öğleden sonra yumurtalı ekmek ve vişne reçeliyle yapılan çay saatlerini...
  • Zeytinyağlı yer elmasını ve daha önce hiç tatmamış insanların tepkilerini izlemeyi...
  • Brokoli salatasını tulum peyniri ve sarımsaklı sosla yemeyi...
Bahar geliyor. Cemreler düştü. Yeni tatlar arıyor damağımız. Kış sebzelerini uzun bir süre göresimiz yok. Domatesi özlemekten içimiz kurudu. Yaz meyvelerini saymıyorum bile. Hadi bahar, gel artık.
Geçen ay yoğun bir aşk teması vardı havada. Ayın on dördünün etkisinden değil de, öyle denk geldi sanırım. Bizim eve.

Bir süredir ertelediğim Elif Şafak "Aşk" romanını aldım önce elime. Sevgili eski oda arkadaşım Anne ve Bebişi'nden taa o zamanlar ödünç alarak okuduğum Bit Palas'tan beri Elif Şafak'ı severim. Ama her işini de okumadım, itiraf edeyim. Aralara serpiştirdiklerim oldu diyelim. "Aşk" fena değildi, ama teslimiyet ve sevginin arka odalarını keşfettiğim bu dönemde algılayabileceğim bir romandı sanırım. Genelde romandaki kahramanla çeliştiğim zaman iç sesim hep itiraz eder bir şeylere, pek azdı bu sefer. Ilık güzel hislere kendimi bırakabildiğim bir roman oldu..

O sırada "500 Days of Summer"ı aldım. Çok tatlı, ama inceden inceden işleye işleye insanın içini oyan bir film. Gerçek hayatın ta kendisi, "eh evet galiba ben de yaptım" dediğim anları çoktu. Bayıla bayıla izlediğim tatlılıkta sahneleri de. Romantik filmler artık böyle olsun, kadınlar da erkekler de yanlış fikirlere kapılmasınlar şu ilişkilerle ilgili, dediğim bir film :) Tavsiye ederim.

Alain de Botton'un "Aşk Üzerine" kitabını o sıralar yığına eklemiştim, bunların üzerine iyi gider diye düşündüm. Yazarın ismini aslında söyleyemediğimden, kitapçılarda büyük zorluk çekiyorum :) Rafların arasında arayıp tarayıp bulunduğu yeri bir şekilde bulmaya çalışıyorum . Fransızca mı İngilizce mi söyleneceğini bilmediğim bu ismi, bana yardımcı olması gerekirken meseleden pek de birşey anlamayan bir tezgahtara anlatma işkencesini düşünmek bile beni hayattan bezdiriyor. "Statü Endişesi" çok iyi bir kitaptı, özellikle benim gibi filozofları hatmetmemiş, öyle yalayıp yutmamış ama merak eden ruhlar için iyi bir okumaydı, o dönemler takıldığım bir konuda "Aaa ama hakkaten de öyle" dememe sebep olmuştu, "Aşk Üzerine" de sık sık aynı hisleri yaşatıyor. Neyse, sizinle bu kitaptan oldukça hoşuma giden birkaç satırı paylaşmak istiyor ve iyi geceler diliyorum:

"Aşk bizi bize yansıtıyorsa, o zaman yalnızlık, ayna kullanmamaya ve yüzümüzde olduğunu bildiğimiz bir kesik ya da sivilcenin nasıl birşey olduğunu sezinlemeye benzer. Ne kadar zarar verirse versin, ayna en azından bizi bize gösterir bir şekilde, hayal gücünün sınırlarını çizmemize yardımcı olur.."

"Ama Chloe'nin aynası olmak o denli kolay değildi. Çünkü gerçek aynaların aksine, metaforik aynalar edilgen olamaz. Ötekinin imgesini bulmak zorunda olan, arayan, gezinen, bir başkasının kişiliğinin olağanüstü karmaşıklığının boyutlarını yakalamanın peşinde olan hareketli bir aynadır. Kendi ilgi alanları ve özellikleri olan ve titrek bir elin tuttuğu bir el aynasıdır bu- bulmayı umduğumuz imge, gerçekte varolan bir imge midir? Akıl, Onda ne buluyorsun? diye sorar aynaya: Yürek ise, Onda ne bulmayı istiyorsun? diye sorar."
Sizin de sevdiğiniz insanlar gay olsa. Canınız kadar çok sevseniz yani. Bu insanlar sizden benden normal olsa. Bayaa böyle bildiğimiz normal. Baksanız, etseniz siz de bizim gibi bir hastalık falan görmezdiniz. Tanımamaktan, sevmemekten, henüz öyle birine tesadüf etmemektendir herhalde, diye düşünmek istiyoruz.


Bu insanlar mutlu olsunlar, hayat kursunlar, çift olsunlar, eş olmak istiyorlarsa eş olsunlar; biz şahsen gözlerinin içine bakıyoruz. Nasıl düğün yaparız, onu bile düşündük :) Ama tedavi etmeyi ya da değiştirmeyi düşünmedik.
Bugün gencecik bir adam, gencecik karısını şu kış günü soğuk toprağın içine bırakıp evine geri döndü. İkisini de pek tanımıyorum. Aslında kızı uzaktan tanıyordum. Bebek gibi güzel, bakılası bir kız. İnanamadım. Haberi aldığımda o mu değil mi diye saatlerce düşünüp, yakıştıramadığımdan o olmadığına karar vermiştim... Çocuğun hislerini ise tahayyül bile edemiyorum. Bu ruh halinden çıkıp evdekilerin yanına dönemiyorum. Ölümü anlamakta her zaman olduğu gibi zorlanıyorum... Allah kimseye böyle acı vermesin. Allah gani gani rahmet eylesin.
Geçen sene bugünlerde nişanlandık sevgilimle. Kısa bir zaman sonra şu an yaşadığımız evi satın aldık ve taşındık. Ağustos'ta resmen evlendik, Ekim'de de düğünümüz oldu. Yine Ekim'de uzun yıllardır çalıştığım ancak son 1,5 senesi benim için resmen işkenceye dönüşmüş işimden ayrıldım.

Bir önceki postta da kendimce ipucunu verdiğim üzere, 2009 bitmeden de yeni bir işe girdim. Ve evet geceleri yemek yapıyorum genelde :) Annemin eskiden çalıştığı zamanlarda yaptığı gibi.

2009 baş döndürücüydü. Güzel ve yoğundu. Bana değişimin içinde hatta tam merkezindeyken, hayat durağanken olduğumdan daha güçlü olduğumu hatırlattı. Kendimi suya, hayatın akışına bırakıvermenin; durup beklemek, düşünmek ve değerlendirmekten daha net sonuçlar elde etmemi sağladığını gördüm. Ve çok daha fazla tatmin edici olabildiğini...

Yeni işimden gayet memnunum. Gelirim iyileştiği gibi, tuhaf bir şekilde hep hayalini kurduğum ama farkında olmadığım şirkete girivermişim. Hatta üniversitede benden birkaç dönem büyük olan bir kız vardı; bana çok inek gelirdi söylemesi ayıptır :P Fakat çalıştığı yeri duyunca çok etkilenmiştim, "Keşke ben de orada çalışsam, en azından bundan sonraki adım olarak benim için iyi olurdu" demiştim. "Ama beni hayatta da oraya almazlar" demiştim. Arada sırada bunun hayalini bile kurmuştum: Bilmeden bir çeşit secret yapmışım herhalde. Yani aslında bu benim sığlığım olabilir, piyasada çalışmak için zilyon tane güzel firma olabilir, ancak nedense gözümün önüne getirebildiğim bir tek bu olmuştu :)

Her ne ise, iş hayatı belli olmaz, şartlar birden değişiverir. Bu da eski işimde dumurlar eşliğinde öğrendiğim bir ders. O yüzden hep temkinli konuşuyorum, hatta hislerimi bile temkinli yaşamaya çalışıyorum :) Oldukça somut ve göz ardı edilemez bir gerçek var ki; o da işle ev arası yolumun çok uzun olduğu. Neredeyse şehrin iki uzak ucu. Evi de yeni aldık :P Taşınmak içimizden gelmiyor. Şimdilik alıştım, hayatımı bu duruma göre düzenledim, fena gitmiyor. Yemekleri hafta sonundan yapıyorum genelde, hafta içi de bir akşam ben ya da eşim bir şeyler pişirince yetiyor bize. Yollarda uzun zamandır okuyamadığım kadar çok okuyorum. Müzik dinliyorum. Uyuyorum :)

Geçen sene 14 Şubat'ta nişan şaşkını idim. Bu seneyi evde diz dize, yanak yanağa geçirdik eheh :D Allah ağzımızın tadını bozmasın. Hepinizin sevgililer günü kutlu olsun.

Not: Fotoğraf, yeni İspanyolca öğrenmeye başlayan eşimin eve getirdiği buzdolabı magnetimiz.
Brokoli çorbası ve tavuklu kereviz yemeği yaptım yarına. Gece gece.

(Ben de bu iki cümleyle anlaşılabilecek bir sürpriz sakladım buraya, hadi bakalım anlayın. İşte Öykücü, çemkirmekten sonraki silahımı çektim! :) Sürprizimi yakında açıklarım, çok uçuk şeyler düşünmeyin bu arada rica ediciim...)

Şu brokoli çorbasının mama gibi olmayanından istiyorum artık. İnternetten denediğim kaçıncı tarif bu. Ben blendırdan geçip yemyeşil ve koyumsu kıvama dönmemiş olanını seviyorum. Yani hatta içinde minnacık brokolileri hala arada seçilebileninden. Ve suyu hala beyaz - krema rengi olanından. Bilen varsa buna yakın bir tarif gönderirse çok sevinirim. Şunu azalt bunu artır yapabilecek kadar güvenmiyorum halen kendime :)

Kereviz tarifini de sonra yazarım belki. Süper yemektir, candır kandır. Kereviz mi ıyyy diyerek bana gelmeyin, çocukken ben de nefret ederdim. Annem patates ile karışık pişirirdi, aradan kerevizleri seçer ayırırdım tek tek. Patatesleri lüpletirdim. Ama büyüdüm ve bir noktada iyi pişmiş kerevize hakkını vermem gerekti.

Bu arada Anne ve Bebişi'nin talep ettiği tarif postunu da yazmaya çalışıyorum. Kaynaklar hep internet olduğu için toparlamam vakit alıyor. Zaten tariflerde bir numara da yok ama, şu noktada göndereceğim herşey denenmiş olacak :)


Bambaşka bir yazı vardı aklımda. Ama tabii ki yine ve yine, olan ve biten, aktüel olan değil; arkasında bıraktığı duygusal tortu benim için daha ilgi çekici oldu. Yine ona odaklandım. Ve yine onu yazacağım :)

Nereden başlayacaktım, onu anlatayım önce: Meg Ryan gelmiş ya. Estetikleri kötü görünüyordu. Bu ameliyatların kadınları nelere dönüştürdüğünü düşünüyordum, Singapurlu bir arkadaşımın facebook sayfasını karıştırırken az önce, Meg Ryan'a baktıktan sonra. Fotolardaki Singapurlu kadınlar 45-50 arası, tamamen ütülenmiş gibiler bu fotolarda, yine de fotoların altındaki yorumlar "Botox'a ihtiyacım var" modunda, arkadaşım bir düğüne gitmiş orada çekilmiş.

Oradan aklıma Heidi Montag geldi. Bu kızcağız, bir TV karakteri. MTV'nin bir reality show'unda varolmuş, biraz müzik yapmayı denemiş biri. Bu kız da son günlerde geçirdiği seri estetik ameliyatlarla kendini bir nesneye dönüştürme çabası içinde; henüz 23 yaşında..

Kıza duyduğum tek ama tek samimiyet ismi yüzündendi, eskiden. Bunu düşündüm kafamda yazıyı çevirirken. Sonra işte orada, duygu alemlerine daldım...

Samimiyetim yarı adaş olduğumuz için belki de :) Adım Heidi değil, fakat neredeyse olacakmış. İşte burada babamın hikayesine geçiyoruz..

Babam genç bir oğlanken Heidi romanını okuduğunu anlatmıştı. Kitabı okumuş, tabii çok sevmiş. Aynı benim gibi, kızarmış peynir burnunda tütmüş. Sonra 18-19 yaşında, İsviçre'de yaşayan bir mektup arkadaşı olmuş. Arkadaşı babama Alpler'den bahseder, babam mektupları okur okur gözünde canlandırmaya çalışırmış. İşte o zaman karar vermiş; kızım olsun, Heidi gibi kırmızı yanaklı olsun, adı da Heidi olsun demiş.

Tabii babam aynı benim gibi bir hayalperest olduğundan, nüfus kanunu falan umurunda değilmiş. Yıllar sonra ben doğmuşum. Bilmiyorum babam gidip bir nüfus memuru ile adımın Heidi olması için didişti mi. Ama ben hep kırmızı yanaklıydım, hep komik takma isimlerim oldu, her takma isim sohbeti açıldığında da babam aynı Heidi gibi bir kız çocuğu dilediğini hep anlattı.

O yüzden şu an bence mükemmel bir isim taşısam da -egoya gel- Heidi ismi ile nedense hep bir duygusal bağım oldu. O gıcık kadından da şu güzelim anektodun başında o yüzden bahsettim.

Bu konu yıllar içerisinde ara ara yine karşıma çıktı. Birbirinden alakasız insanlar beni çizgi filmdekine benzettiler. Hiçbir şeyden haberi olmayan eski patronum, şu an kendisine olan kızgınlıklarımı hala taşıdığımdan birşey hissetmesem de, bir zamanlar baba gibiydi, beni yanına çağırmıştı bir gün. Kısa kestirdiğim saçlarım için "Yakışmış" dedi, "Heidi'ye benzemişsin".

Babannem son zamanlarda iyice yaşlandı, ne zaman beni görse "Sen çocukken öyle neşeli bir çocuktun ki, hep gülerdin hep, şimdi o kadar neşeli değilsin" diye hayıflanıyor. Belki de birilerinin yanında çok çok neşeli olmak artık tuhaf kaçıyor, bilemiyorum bir filtre var gibi. Neşe biraz kapalı kapılar ardında mahrem yaşanıyor sanki bu yaşta. Eşimi de beni umarsız ve çocukça bir neşeye boğduğu için seviyorum bir açıdan.. Ve kendisi de öyle olduğu için. Evde ne kadar gerizekalı olduğumuzu görseniz, inanamazsınız :D

Yazı da buraya bağlandı. Gene aklımda olmayan bir şekil. Çağrışımın gücüne bayılıyorum :)

Not: Pek de bağlayamamışız ama, idare ediniz okurlar
Şekerim,
Şimdi program bittiği için civ civ civliyor uyarı sesin. Dakikada bir herhalde. Ammaaa, güzelim başucu ışığımda okumalarımı yaparken, seninle illah billah ilgilenemem. Bey çalışma odasından çıkarsa belki bir şansın olabilir...

Herkese merhaba,
Kurutma makinası süper bişey. Bizim balkonumuz olsa da -hem de 3 tane- çamaşır sallandırmak için kullanamıyoruz. Giriş kattayız, donlarım adamların göz hizasında sallansın istemiyorum. Kapalı balkonun içinde kışın hiçbir şey kurumuyor, evde serilmiş eşyalar eninde sonunda hafif de olsa nem kokuyor. Ayrıca şehirde balkona asılan kıyafetler bana hep gene pislenmiş gibi gelir. Bir de ben çamaşır toplamayı bilmem, unuturum, 5 gün sonra kazık gibi toplar-d-ım onları, geri makinaya atar-d-ım.

Bu meret ilaç gibi geldi. Yurtta da vardı zaten. Şimdi çıkar makinadan, hop buna, doldu mu çalıştır. 2-3 saatte işim bitiyor. Katla, ütüle ya da dolaba kaldır. Herkeslere tavsiye ederim.

Okumalarım: Penguen'in bu haftaki sayısı, Arkeo Atlas'ın eki "Gökyüzünden Arkeolojik Türkiye" -pek okuma sayılmaz aslında, bolca foto yanlarında kısa açıklamalar :P-, bir de Twilight'ın kapanışı Midnight Sun, softcopysi tabii...

Eğer becerebilseydim, geçen ay içinde yaşadığım Twilight manyaklığını size aktarabilirdim belki. Ama becerebileceğimi sanmıyorum :) Şimdi bütün o çılgınlık geçti, unutmuşum Midnight Sun'ı yarıda bıraktığımı, geri döndüm hafifçe.

Kurutma makinasını boşaltan sevgili eşime de burdan saygı ve sevgilerimi yolluyorum. Bir başka programımızda buluşmak üzere, sağlıcakla kalın.
Saçma başlık için üzgünüm; ama hoşuma giden bu oldu :)

Öykücü okuyordum, dönüp ona daha yorum bırakacağım, ama hızla yazayım istedim. Ne pişireceğini yazıyor ya o, ben de ne pişirdiğimi yazıcam şimdi hehe.

Bu akşam eve 2. kez yemeğe misafir aldım. Bütün o bekar evindeki arkadaş yemekleri, normalde burada yine arkadaşlarla yediklerimiz dışında "davetli" olarak düşünüp çağırdığım ikinci grup. Kayınvalidemin kankası ve ailesi :) O yüzden biraz gergin bir durumdu. Şimdi eşim onları yolcu ediyor, ben de çalışma odasına bir bardak çay aldım. Yeni sandalyenin ve çalışma masamızın tadını çıkarıyorum.

Menüm şöyleydi: -Öykücü'ye yine selam :P- yoğurtlu kesme çorbası, fırında kestane mantarlı tavuk, patates püresi, pilav, salata ve zeytinyağlı olarak da barbunya. Bir de çay için pasta. Basit ve sade olsun dedim. Zaten onlar yöresel yemeklerde o kadar aşmış durumdalar ki, ben ne yapsam yavan kalıyor :P

Bugün IKEA'ya gittik. Arkadaşım götürdü sağolsun. Sandalye oradan. Diğer aldığımız ciciler de yerleşmeyi bekliyorlar. Ufak tefek zilyon tane zırtapoza bi sürü para verdik. Hep asıl gerekenler kalıyor :( O arada arkadaşımı ve eşini eve kahveye davet ettik. Fakat eşim Safari ikram etti, arkadaşımın eşi pek seviyor :) Biz de onlara eşlik edelim derken, bizi çarptı mı içki. Daha yemek yapacağız. Elim koluma dolandı.

Neyse ki yemeklerin yarısını dün geceden yaptığımdan, herşey erken erken yetişti. Tabii misafir gelirken olan o "özenince herşeyin normalden çirkin olması" durumu hep var.

Bir de biz daha yemek odası takımı almadık. Benim bekarlık masamda takılıyoruz. Daracık masada yemek çok zor. Kaç kez tıkış tepiş, onu oradan uzat, bunu buradan çevir, yemek yedik burada. Neyse ki bu gelenler yakınımız, hiç umursamadılar. Kayınvaldemin kankisi de beğenmiş yemeklerimi, pek sevindim. Beğenmese de bir insanın böyle demesi ne hoş, pek seviyorum böyle insanları.

Başarılı bir gündü. Koşmaca koşturmaca, herşey yetişti. Belki film izleriz şimdi. Mısır da iyi gider :)

Not: Araba istiyorum. Bu seneki bütün doğumgünü pasta kesişlerimde bunu diledim. Benzin fiyatları öyle yüksek ki; "be careful what you wish for" durumu olacak heralde.
On - Yirmi - Ottuz

Beş - On - Onbeş - Yirmi - Yirmibeş - Ottuz

Bir - İki - Üç - Dört - Beş - Altı - Yedi - Sekiz - Dokuz - On - Onbir - Oniki - Onüç - Ondört - Onbeş - Onaltı - Onyedi - Onsekiz - Ondokuz - Yirmi - Yirmibir -Yirmiiki - Yirmiüç - Yirmidört - Yirmibeş - Yirmialtı - Yirmiyedi - Yirmisekiz - Yirmidokuz(?) - Ottuz

Bu da ne şimdi?! Aralık'ın ikinci haftasında bir vakitlerden beri, 30 yaşımı doldurmuş 31 yaşımın içerisinde ilerliyorum. BU DA NE DEMEK OLUYOR ULAAAN!!!

Daha fazla yazamiyciim.

Blog Arşivi

İzleyiciler