Kedimizin ismi kolay ve anlaşılır, ama yine de sürüsüne bereket lakabı var. Paylaşmak istedim. İşte Miço'nun lakapları:
  • Miçoma
  • (Alman arkadaşımızın taktığı) Miçi
  • (Kuzenimin henüz konuşamayan kızının söyleyebildiği) İçço
  • Muçaça
  • Muçuka
  • Oğlum, oğluşum
  • Sarı p.pi çamaşır ipi (kısırlaştırmadan önceki haftalarda gündemimiz biraz değişikti)
  • Kuşum, balığım
  • Kedik
Bu kadar farklı isimle seslenmemize rağmen, Miço adını her duyduğunda bakar... Eee pardon, eğer canı isterse bakar :)

Zat-ı muhteremin bir de şarkısı var. Kendisinin hiçbir katkısı olmamasına rağmen, şarkı artık onunla bütünleşti. Hızlı ya da yavaş versiyonları var bu şarkının ve kedimizi özlediğimiz, onunla eğlendiğimiz zamanlarda söylüyoruz (nedense). Ya da örneğin ben mamasını değiştiriyor ya da kutusunu balkona koyacağımı söylüyorum, eşim kediciğimize acıyıp kararımdan vazgeçmem için şarkısını söylüyor...

Miço bazen de bizimle konuşuyor. Nasıl mı?
Bir gün tezgahta salata yapıyordum ve Miço çılgın bir şekilde yanıma geldi. Miyavlamaya başladı, bir şeyler istediği belliydi. Öyle sabırsızdı ki, elimde ne varsa sırayla koklatmaya başladım, belli mi olur belki istemiştir diye. Soğan, ıııımmmpf burun kıvırdı. Domates, hmmm belkiiii.. Ama değil. Marul?! Marul mu haayır. Ama hala miyavlıyor, hala ısrar ediyordu. Artık dayanamadım ve en iyisi kendisine sorayım dedim. Aramızda şöyle bir mono(diya?)log geçti:

Ben:-Asla istemeyeceğini bildiğim halde- "Miço soğan mı istiyorsun? "
Miço: -Çok kısa ve sert bir şekilde -"Ma!"
Ben: "Domates?"
Miço: "Ma!"
Ben: "Yemek?"
Miço:"Ma!"
Ben:"Tavuk?"
Miço:"Ma!"
Ben:"Su? Miço su mu istiyorsun?"
Miço: -Kıvrak bir a ile ve kafayı eğerek "Maaaaaaaaaa"
Ben:"Su mu istiyorsun gerçekten?"
Miço: "Maaaaaaaaaaa"

Miço az sonra ona verdiğim suyu kana kana içti. Bana da içimde benimle konuşmuş olabileceğine dair derin bir şüphe bıraktı...

Bazen koridorda karşısına aniden çıkarız, banyo kapısını açmayız ya da işte, topunu istediği gibi atamayız. Bir şikayet allahım, bir şikayet. Homur da homur, homur da homur. Söylenir gider. Azarlar resmen bazen :)

Beni ne kadar ısırsan da, babandan ne kadar kıskansan da Miço seni çookk seviyorum.
Bu satırların devamı bolca spoiler içermektedir. O yüzden güzel bir filmi kaçırmak istemiyorsanız, devam etmemenizi öneririm.

Dün gece tnt'de sanırım, bu filmi iki kez, bir seferinde sonundan bir seferinde de başından başlayarak izledim. Son zamanlarda güzel bir kitap okuyamadığımdan olsa gerek, Emma Thompson'ın mükemmel oynadığı yazarı ağzım açık izledim. Ve dinledim. Ne akıcılık... Böyle bir kitaba ihtiyacım var...

Film de çok iyiydi, pek çok açıdan. Yeniden izlemeye ihtiyacım var; ama yine Emme Thompson'a kapılma riskim çok fazla!! :)

Aşağıdaki sözler filmin son sahnesinden. O yüzden koşarak kaçın diyorum; ofiste ara ara göz atabilmek için not almak istedim buraya... Sevgiler.

"As Harold took a bite of Bavarian sugar cookie, he finally felt as if everything was going to be ok. Sometimes, when we lose ourselves in fear and despair, in routine and constancy, in hopelessness and tragedy, we can thank God for Bavarian sugar cookies. And, fortunately, when there aren't any cookies, we can still find reassurance in a familiar hand on our skin, or a kind and loving gesture, or subtle encouragement, or a loving embrace, or an offer of comfort, not to mention hospital gurneys and nose plugs, an uneaten Danish, soft-spoken secrets, and Fender Stratocasters, and maybe the occasional piece of fiction. And we must remember that all these things, the nuances, the anomalies, the subtleties, which we assume only accessorize our days, are effective for a much larger and nobler cause. They are here to save our lives. I know the idea seems strange, but I also know that it just so happens to be true. And, so it was, a wristwatch saved Harold Crick."
Şu an damarlarımda birkaç gündür hayal ettiğim gibi tereyağı koşuyor. Tereyağı ve karidesten kaynaklı kolesterol. Alkol de dört nala koşuyor, sanırım cümlelerimde tekrarlarımın sorumlusu çoğunlukla odur. Behzat Ç.'yi rakı eşliğinde izledik, bir karar değildi ama kesinlikle ileride değerlendireceğimiz bir durum oluşturdu.

Behzat Ç.'yi izleyin. Haftalardır çok da bağırmamaya çalışarak etrafımda bu etkiyi yaratmaya çalışıyorum, ancak artık bağırabilirim: İzleyin la! (La, lan'ın Angara ağzındaki versiyonuymuş. Ben bilmem, ama çok sevdim. Kocam yıllardır kullanırmış ama anlamazmışım.)

"Ye, Dua Et, Sev" bana hiç iyi gelmedi. İtalya'da takıldım kaldım. Zaten filmin baş kahramanının sonunda aşık olduğu adam rehber çıkınca da (ehem), beni bir rahatlıktır aldı gitti. O günden beridir yemeğe kalite peynir kesmediğim akşam olmadı... Yahut şarap açmadığım.. Acılı kuru fasulye pişirdiğim zaman dışında. Sevgili eşim (tekrar kocam demeyeyim dedim) nasıl da hazır ve kötü yemekten nefret ettiğini anlatır dururdu, algılamam geç oldu ve bittabi ki göbekle geldi bu algılayış.

Bir ülkede ve bir şehirde tıkılı kalmak hiç bana göre değil(di). Üniversitede herkes iş güç anlatırdı, ben asla burada yaşamazdım. La noldu o kıza (lan demedim, la dedim). Bir gün ofis kariyer namına herkese tepik atıp bi haltlar edeceğim. Edemezsem de; ne kuduzmuşum diyeceğim.

Tatlı bir Pazar günü oldu. Kardeşimle Moda'ya gittik. Bal gibi bir hava. Ahh eski mahallem. Kokoreççi amca bizim gittiğimiz saatte sanırım bütün tezgahı satıp kaçmıştı, o yüzden çay bahçesinde aç karnına "kötü çay" içtik. Kemal'e gitmedik çünkü Kemal'e gidemiyorum. Yazları ağaçların çok sık olmasından belki havasının çok bunaltması ve her daim bitmemecesine yer bulunamaması, o yeni gelen yer gösteren kızlar, kışın gelen laylonlu oturma alanları... Gidemiyorum artık. Bir zamanlar Pazar kahvaltısı sonrası uyuyakalmıştım o minderlerde. Ehliyet sınavından çıkmıştım galiba. Kucağımda gazete ekleri uyuyakalmışım.

Sonra çarşı içinden balıkları, karidesleri ve sebzeleri aldık. Manav beni kazıklamasına rağmen güler yüzle "yine bekleriz" dediği için Kadıköy Çarşı'yı ne kadar özlediğimi farkettim. Eskiden her akşam alışverişimi oradan yapardım e çünkü orada yaşıyordum. Ama tabi eve gelince marulu açtığımda abiye güzelce bir saydırdım, taze soğanı görünce iyice coştum. GS de yeniliyordu hem, salondaki bağrış çağrıştan kimse beni duymadı.

Yarın işe gidilcek. Şu an karşıya yüzsem enerjim tükenmez (hello tereyağı) . Ama uyumayı başarmam gerekiyor. Son 1 aydır iyice bıraktım, uykusuz takılıyorum. Vücudum ne zaman iflas eder diye bekliyordum ama sandığımdan dayanıklı çıktı kerata. Daha geçen Cuma pes etti. 9'da koltukta uyuyakaldım. Bilmiyorum, bu nasıl bir eksikliktir ancak bende "hadi yatağa gideyim de uyuyayım" ayarı yok. Böyle bişey tanımlı değil. Nasıl tanımlarım?! Yok yani...

Havanın yağmurlu olması, kaloriferlerin yanması, ekmeğin üzerinde nutella olması ve bir evin kedili olması ne de güzel bir-şey-dir.

Kısa postu büyük fotoyla tamamlayarak kaçıyorum. Uykuya dalmadan önce Kaptan Jack Sparrow'u okulunda isyan çıkarmak için mektupla çağıran küçük kızı düşüneceğim sanırım. Pofuduk yorganların ve buluttan düşlerin arasında...





Hello Mr.Zebra,
Can I have your sweater?
Cause it's cold cold cold
In my hole hole hole.

Ratatouille Strychnine
Sometimes she's a friend of mine
With a gigantic whirlpool
That will blow your mind

Hello Mr.Zebra
Ran into some confusion
With a Mrs.Crocodile-dile-dile
Furry muscles marching on
She thinks she's Kaiser Wilhelm
Or a civilised syllabub
To blow your mind

Figure it out
She, she's a goodtime fella
She got a little fund to fight for Moneypenny's rights
Figure it out
She, she's a goodtime fella
Too bad the burial was premature
She said and smiled!


Çokça yorgun, gene de neşeli. Biraz üşümüş sarınmış, biraz da serin havayı huzurla kucaklamış. Adaçayı yapmış. Yarısını içememiş. Çikolataları ardı ardına lüpletmiş. Kedi yüzünden beyiyle didişmiş. Ama sonra tatlı tatlı barışmış. Koşuşturmalı bir haftasonu ihtimali gözünü korkutmuş bu sefer. Plansız, her zamankinden beter. Bir moddayım bu akşam. Otursam da hayali piyanomda şu şarkıyı çalsam, hayali çocuğuma...

İzleyiciler