Oscar adayı olan filmleri pek takip ettiğimi söyleyemem. Ancak bu sene şanslıyım, ya hakkında bir fikrim olan ya da izlemek istediğim filmler ödül aldı. Life of Pi, Django Unchained, Silver Linings Playbook, Les Miserables, Argo benim bu seneki Oscar yarışında ilgimi çeken filmler. Bir kaç tane de adını bile hatırlayamadığım ama adayları izlerken merak ettiğim film var.

Geçen haftalarda "Django Unchained" filmini sinemada tamamen şansa izlemiştik. Aslında olaylar şöyle başladı: İngiltere'ye yakın zamanda yerleşen bir arkadaşım, facebook'a "Django Unchained'e 8.9 vermişsin, az bile vermişsin imdb" gibi bir not düştü. Tarantino'yu çok da sevmeyen nadir insanlardanım herhalde. Yine de filmi aklıma yazmıştım.

Ve sonra oluşan bütün engellemelere rağmen, evren filmi görmemizi istiyormuş: Hangi sinemaya bilet aldığını unutup yanlış sinema kapısında filmi beklemeler, başlamasına 10 dakika kala durumu farkedip Cumartesi gecesi Palladium'dan CKM'ye yetişebilmeler... 20 dakikalık reklamlar... Hepsi filmi görmemiz ve çok sevmemiz içinmiş meğerse... 

Eğer izlemediyseniz, çok da detaylandırmak istemiyorum ama Christoph Waltz'ın Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar'ını almasına akrabam ödül almış gibi sevindim resmen. Hala da hatırlayıp hatırlayıp seviniyorum. Django'da öyle bir rol oynuyor ki bu adam, tamam Tarantino çok güzel yazmış, fakat sadece o da değil, Christoph Waltz'ın öyle nazik, öyle zarif bir insan olduğuna inanmama sebep oluyor ki bu rol, sanki karakterinin büyükçe bir parçası öylece ortada... Tuhaf şey, Dr. King Schultz nerede biter, Christoph Waltz nerede başlar, birbirine karıştı bende...

Onca kana, patlayan insanlara biraz tahammül edin ve bu filmi izleyin bence. Christoph Waltz'in ballı börekli her dakikasını doya doya görün. Ben de Waltz'i ilk kalabalıklarla tanıştıran Tarantino filmi Inglorious Basterds'ı bir izliyim. Artık bu adamı daha az sevebileceğimi sanmıyorum zaten :)

Not: Tüm yazıda adamdan Christopher diye bahsetmişim, sabah sabah kafam nerelerdeydi acaba... Neyse düzelttim şimdi :)

Tatlı tuzlu karışımlarını oldum olası mı seviyordum, yoksa ille de Çin yemeği yiyeyim diye uğraştığımdan mı alıştım bilemiyorum. İkea'nın İsveç köftesine reçel koydurmaya bayılırım. Çin restoranlarındaki tatlı ekşi soslu tavuk favorilerimdendir. Hele de içindeki ananaslar yok mu. Yemeğin ortasında birden patlayan sulu meyve tadı, beni benden alıyor.

Bazıları yemekte şekerli tatları sevmez. Bu yüzden Çin yemeği deneyip nefret eden çok arkadaşım var. Diyecek birşey yok, saygı duyuyorum.

Aslında Türk yemek kültürü tatlı tuzlu karışımlara çok açık. En basiti, içinde kuş üzümü olan bir sürü yemeğimiz var, yaprak sarması, hamsili pilav vs... Osmanlı tariflerini yeniden hayata geçiren Asitane'nin menülerini incelediğimizde de, kuru meyvelerin kışın, taze meyvelerin de yazın yemeklerde sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. Mesela hala tadamadığım kavun dolması da bunlardan biri...

Tabii çikolatalı tatlı yapanların (özellikle de Jamie Oliver'ın) şöyle cömertçe bir miktar tuzu tarife ekledikleri de aşina olduğumuz bir konu.

Tayland'da da çoğu sos bir şekilde tatlımsı idi. Örneğin tavukları buladıkları kırmızı bir sos var, ki adını bilmiyorum, hem acı hem şekerli, yedikçe yediriyor insana. Böyle böyle, ben Tayland'da gördüğüm her şeyi yer oldum. Sokak tezgahlarını bırakıp da gezmeyi nasıl başardım, şaşıyorum :)

İşte bir akşam Chiang Mai şehrinde akşam pazarında gezerken, Starbucks'ta bir afiş gördüm: Tuzlu karamel mocha... Gezdim tozdum, aklımdan çıkaramadım bu içeceği. Mutlaka denemem gerekiyordu. Neyse sonunda iki arada bir derede, eşimin Tayland'da Starbucks'a giriyor olmamı kınayan bakışlarından saklanarak gittim aldım. Allahım, bu nasıl bir lezzet. Tuzu zaten algılamıyorsunuz, ama o yoğun baygın karamel tadını tuz tek başına ayağa kaldırmış, Hussein Bolt gibi koşturuyor mübarek. Ağzınızdaki içecek lezzet rekorlarına koşuyor, resmen damağınız çatlayacakmış gibi oluyor.

Tabii ben hem o an neşeden coşuyor, hem de Türkiye'de bu içeceğin olmadığını bildiğimden hüzünlerden hüzünlere savruluyordum. Zaten seyahat ederken yediğim her güzel yiyecekte, gördüğüm her manzarada (bunu da yazıyım da, gezerken sadece yemek yediğim zannedilmesin :P ) aynı şeyi hissederim: Patlayan bir coşku ve onun hemen ardından gelen savuşturmaya çalıştığım bir hüzün.

Tabii sonra eve döndük. Gel zaman git zaman, Caribou Coffee'nin önündeki bir ilan beni yerimden hoplattı: Tuzlu karamel mocha çıkarmışlardı. Bildiğiniz topuklarım popoma vurarak koştum bir tane almaya. Kasiyere heyecanla siparişimi şöylediğimde beni şöyle bir süzdü, "Emin misiniz?" dedi. "E eveet" deyince, "Yani hani tuzlu ya, ondan sordum" dedi :) Tanrııım, burada da mı.. "O içeceği hiç denedin mi sen" bakışı atarak adama, kararımın kesin olduğunu söyledim. Ve evet, evet bu benim bayıldığım tadın aynısıydı. Mutluluktan o an yığıldığım koltuklarda ne kadar zaman oturdum bilemiyorum.

Her güzel şeyin bir sonu olduğunu söylememe gerek var mı şu an?!. Geçenlerde ofisin yakınında yeni açılan Caribou'ya, kızları da toplayarak, peşimden sürükleyerek gittim ve... Hayalkırıklığı. Devam etmeyen ürün. Sezon ürünü. Yılbaşı şeysi... Resmen gözümden bir damla yaş süzüldü gizlice... Soğuktan dedim, elimde garip bir aromalı kahvemle ofise geri yürürken kızlara...

Bir sonraki buluşmamıza kadar, hoşçakal tuzlu karamel mocha...

Bence Sevgililer Günü'nün tek esprisi, o gün yapacağınız itirafların, gizli not göndermelerin, aşk-ı ilan etmelerin mazur görülebilmesi. Bu eylemlere cesaret etmeniz için bir vesile olması. Reddedilirseniz omuz silkip gittiğinizde ya da höykür höykür ağladığınızda kimsenin size karışmaması. Uzaktan beğendiğiniz, sürekli asansörde karşılaştığınız o kıza kocaman bir çiçek vermenin tuhaf olmaması. Defterinizin arasına kondurulmuş notun, masanızdaki gizemli post-itin sahibini size araştırtması. Yüzünüzde şaşkın ama mutlu bir ifadeyle arkanıza, sağınıza solunuza bakmanıza sebep olması...

O olmadı, birbirinin aşkından emin olan çiftlerin, gizli birşeyler yapması. Kikir kikir bişeyler. Normalde yapmayacakları bir kaçamak, minik bir delilik. Benim nedense Sevgililer Günü dediğimde aklıma böyle şeyler geliyor. İnsanın bir anda gözünü parlatan, değişik sürprizli heyecanlı bir gün...

Herkes bildikten, zorunlu olduktan sonra ille de çiçek göndermenin, yemeğe çıkmanın, çok önceden rezervasyon yapmanın, normalin 3 katı hesap ödemenin, çiçek göndermezse kocaya kızmanın, sevgiliyi terketmenin, odunlukla suçlamanın ne esprisi var...

Ne diyecektim, nerelere geldim. Sürpriz itiraflar diyordum. Bugün lavaboda, ofisin gençten hatunlarından birini, kendisine gelmiş çiçeği başka bir kıza vermeye çalışırken gördüm. "Yaa işte o bana yazılan çocuk vardı ya, ondan gelmiş, sevgilim görmesin diye alır almaz lavaboya kaçtım, bunu al, sana gelmiş gibi masana götür, noolur" diyordu. Kız da çok zorlamadı, kabul etti. Kartları notları, artık her nesi varsa, belki yazan kişi hakkında bir ay düşündü demeden, toparlayıp kızın kucağına koyuverdi. Çocuğa ve durumuna üzüldüm doğrusu.

Ama tabii sürekli bu günden nefret ettiğini söyleyen, anlamsız bulan, yeren kocadan da, apansızın gelen çiçeğin, çikolatanın, çileğin neşesi başka bir şeyde yok :) Her sene "Hmm yok bu sene bişey beklemiyim, baksana nebçim konuştu geçen gün" dedikten sonra, her sene değişik bir sürpriz görmek de çok heyecanlı :D

Herhalde bu, kocamın Sevgililer Günü ile ilgili fikrinin hala sabit olduğunun, ama beni mutlu görmek için tüm istisnaları da lehimde uygulayabileceğinin bir göstergesi oluyor. Tüm cihan bir yana, ben bir yana :P

Size musmutlu bir sevgililer günü diliyorum ben... Son saatine girmek üzere olsak da :)

İzleyiciler