Geçen sene bugünlerde nişanlandık sevgilimle. Kısa bir zaman sonra şu an yaşadığımız evi satın aldık ve taşındık. Ağustos'ta resmen evlendik, Ekim'de de düğünümüz oldu. Yine Ekim'de uzun yıllardır çalıştığım ancak son 1,5 senesi benim için resmen işkenceye dönüşmüş işimden ayrıldım.

Bir önceki postta da kendimce ipucunu verdiğim üzere, 2009 bitmeden de yeni bir işe girdim. Ve evet geceleri yemek yapıyorum genelde :) Annemin eskiden çalıştığı zamanlarda yaptığı gibi.

2009 baş döndürücüydü. Güzel ve yoğundu. Bana değişimin içinde hatta tam merkezindeyken, hayat durağanken olduğumdan daha güçlü olduğumu hatırlattı. Kendimi suya, hayatın akışına bırakıvermenin; durup beklemek, düşünmek ve değerlendirmekten daha net sonuçlar elde etmemi sağladığını gördüm. Ve çok daha fazla tatmin edici olabildiğini...

Yeni işimden gayet memnunum. Gelirim iyileştiği gibi, tuhaf bir şekilde hep hayalini kurduğum ama farkında olmadığım şirkete girivermişim. Hatta üniversitede benden birkaç dönem büyük olan bir kız vardı; bana çok inek gelirdi söylemesi ayıptır :P Fakat çalıştığı yeri duyunca çok etkilenmiştim, "Keşke ben de orada çalışsam, en azından bundan sonraki adım olarak benim için iyi olurdu" demiştim. "Ama beni hayatta da oraya almazlar" demiştim. Arada sırada bunun hayalini bile kurmuştum: Bilmeden bir çeşit secret yapmışım herhalde. Yani aslında bu benim sığlığım olabilir, piyasada çalışmak için zilyon tane güzel firma olabilir, ancak nedense gözümün önüne getirebildiğim bir tek bu olmuştu :)

Her ne ise, iş hayatı belli olmaz, şartlar birden değişiverir. Bu da eski işimde dumurlar eşliğinde öğrendiğim bir ders. O yüzden hep temkinli konuşuyorum, hatta hislerimi bile temkinli yaşamaya çalışıyorum :) Oldukça somut ve göz ardı edilemez bir gerçek var ki; o da işle ev arası yolumun çok uzun olduğu. Neredeyse şehrin iki uzak ucu. Evi de yeni aldık :P Taşınmak içimizden gelmiyor. Şimdilik alıştım, hayatımı bu duruma göre düzenledim, fena gitmiyor. Yemekleri hafta sonundan yapıyorum genelde, hafta içi de bir akşam ben ya da eşim bir şeyler pişirince yetiyor bize. Yollarda uzun zamandır okuyamadığım kadar çok okuyorum. Müzik dinliyorum. Uyuyorum :)

Geçen sene 14 Şubat'ta nişan şaşkını idim. Bu seneyi evde diz dize, yanak yanağa geçirdik eheh :D Allah ağzımızın tadını bozmasın. Hepinizin sevgililer günü kutlu olsun.

Not: Fotoğraf, yeni İspanyolca öğrenmeye başlayan eşimin eve getirdiği buzdolabı magnetimiz.
Brokoli çorbası ve tavuklu kereviz yemeği yaptım yarına. Gece gece.

(Ben de bu iki cümleyle anlaşılabilecek bir sürpriz sakladım buraya, hadi bakalım anlayın. İşte Öykücü, çemkirmekten sonraki silahımı çektim! :) Sürprizimi yakında açıklarım, çok uçuk şeyler düşünmeyin bu arada rica ediciim...)

Şu brokoli çorbasının mama gibi olmayanından istiyorum artık. İnternetten denediğim kaçıncı tarif bu. Ben blendırdan geçip yemyeşil ve koyumsu kıvama dönmemiş olanını seviyorum. Yani hatta içinde minnacık brokolileri hala arada seçilebileninden. Ve suyu hala beyaz - krema rengi olanından. Bilen varsa buna yakın bir tarif gönderirse çok sevinirim. Şunu azalt bunu artır yapabilecek kadar güvenmiyorum halen kendime :)

Kereviz tarifini de sonra yazarım belki. Süper yemektir, candır kandır. Kereviz mi ıyyy diyerek bana gelmeyin, çocukken ben de nefret ederdim. Annem patates ile karışık pişirirdi, aradan kerevizleri seçer ayırırdım tek tek. Patatesleri lüpletirdim. Ama büyüdüm ve bir noktada iyi pişmiş kerevize hakkını vermem gerekti.

Bu arada Anne ve Bebişi'nin talep ettiği tarif postunu da yazmaya çalışıyorum. Kaynaklar hep internet olduğu için toparlamam vakit alıyor. Zaten tariflerde bir numara da yok ama, şu noktada göndereceğim herşey denenmiş olacak :)


Bambaşka bir yazı vardı aklımda. Ama tabii ki yine ve yine, olan ve biten, aktüel olan değil; arkasında bıraktığı duygusal tortu benim için daha ilgi çekici oldu. Yine ona odaklandım. Ve yine onu yazacağım :)

Nereden başlayacaktım, onu anlatayım önce: Meg Ryan gelmiş ya. Estetikleri kötü görünüyordu. Bu ameliyatların kadınları nelere dönüştürdüğünü düşünüyordum, Singapurlu bir arkadaşımın facebook sayfasını karıştırırken az önce, Meg Ryan'a baktıktan sonra. Fotolardaki Singapurlu kadınlar 45-50 arası, tamamen ütülenmiş gibiler bu fotolarda, yine de fotoların altındaki yorumlar "Botox'a ihtiyacım var" modunda, arkadaşım bir düğüne gitmiş orada çekilmiş.

Oradan aklıma Heidi Montag geldi. Bu kızcağız, bir TV karakteri. MTV'nin bir reality show'unda varolmuş, biraz müzik yapmayı denemiş biri. Bu kız da son günlerde geçirdiği seri estetik ameliyatlarla kendini bir nesneye dönüştürme çabası içinde; henüz 23 yaşında..

Kıza duyduğum tek ama tek samimiyet ismi yüzündendi, eskiden. Bunu düşündüm kafamda yazıyı çevirirken. Sonra işte orada, duygu alemlerine daldım...

Samimiyetim yarı adaş olduğumuz için belki de :) Adım Heidi değil, fakat neredeyse olacakmış. İşte burada babamın hikayesine geçiyoruz..

Babam genç bir oğlanken Heidi romanını okuduğunu anlatmıştı. Kitabı okumuş, tabii çok sevmiş. Aynı benim gibi, kızarmış peynir burnunda tütmüş. Sonra 18-19 yaşında, İsviçre'de yaşayan bir mektup arkadaşı olmuş. Arkadaşı babama Alpler'den bahseder, babam mektupları okur okur gözünde canlandırmaya çalışırmış. İşte o zaman karar vermiş; kızım olsun, Heidi gibi kırmızı yanaklı olsun, adı da Heidi olsun demiş.

Tabii babam aynı benim gibi bir hayalperest olduğundan, nüfus kanunu falan umurunda değilmiş. Yıllar sonra ben doğmuşum. Bilmiyorum babam gidip bir nüfus memuru ile adımın Heidi olması için didişti mi. Ama ben hep kırmızı yanaklıydım, hep komik takma isimlerim oldu, her takma isim sohbeti açıldığında da babam aynı Heidi gibi bir kız çocuğu dilediğini hep anlattı.

O yüzden şu an bence mükemmel bir isim taşısam da -egoya gel- Heidi ismi ile nedense hep bir duygusal bağım oldu. O gıcık kadından da şu güzelim anektodun başında o yüzden bahsettim.

Bu konu yıllar içerisinde ara ara yine karşıma çıktı. Birbirinden alakasız insanlar beni çizgi filmdekine benzettiler. Hiçbir şeyden haberi olmayan eski patronum, şu an kendisine olan kızgınlıklarımı hala taşıdığımdan birşey hissetmesem de, bir zamanlar baba gibiydi, beni yanına çağırmıştı bir gün. Kısa kestirdiğim saçlarım için "Yakışmış" dedi, "Heidi'ye benzemişsin".

Babannem son zamanlarda iyice yaşlandı, ne zaman beni görse "Sen çocukken öyle neşeli bir çocuktun ki, hep gülerdin hep, şimdi o kadar neşeli değilsin" diye hayıflanıyor. Belki de birilerinin yanında çok çok neşeli olmak artık tuhaf kaçıyor, bilemiyorum bir filtre var gibi. Neşe biraz kapalı kapılar ardında mahrem yaşanıyor sanki bu yaşta. Eşimi de beni umarsız ve çocukça bir neşeye boğduğu için seviyorum bir açıdan.. Ve kendisi de öyle olduğu için. Evde ne kadar gerizekalı olduğumuzu görseniz, inanamazsınız :D

Yazı da buraya bağlandı. Gene aklımda olmayan bir şekil. Çağrışımın gücüne bayılıyorum :)

Not: Pek de bağlayamamışız ama, idare ediniz okurlar

İzleyiciler