Beste'nin sitesinde okuduğum andan itibaren aklımdan çıkmayan bir tarif vardı: Portakallı kahveli likör. Ne zaman yapsam, nasıl yapsam derken bu işin bir harekete dönüştüğünü duyunca elimi çabuk tutmaya karar verdim. Ve sonunda malzemeleri tedarik edip şu fotoğrafla belgeliyorum.

Alkol olarak Bacardi'nin beyaz romunu tercih ettim, kocamınsa ufacık kavanoza giden rom miktarını görünce içi yandı :) Çok güzel bir içki olacağına dair vaatlerimle kapağı kapattım ve kavanozu serin karanlık bir yere dinlenip uyuyup güzelleşmeye yolladım.

Aralık çook çok yoğun geçiyor :) Nefes alacak vakit yok. Bir tek portakallı içeceğe vakit ayırabildim.. Çarşamba bir yılbaşı yemeğine, Cumartesi "eller havaya"lı bir doğumgününe, Pazartesi yarı resmi bir yeni yıl kutlamasına ve bitmedi ertesi Perşembe de tam resmi bir yılbaşı partisine katılmam gerekiyor. Yani eğlenmeyeni dövüyorlar anlayacağınız :) Bolca vitamin alıp bu çılgın ayın bitmesini bekleyeceğim. Herkese sevgiler..

Dün gece TV'de zaplarken birden tanıdık bir figür gördüm ve koltukta hoplayıp zıplayarak eşime kanalda durmasını söyledim. Kimdi dersiniz? Tabii ki Aslan Adam Vincent!!! Bu dizinin varlığını bile unutmuşum, görünce birden nasıl sevindim anlatamam.

Güzel ve Çirkin'i izlediğim zamanlar kaç yaşındaydım bilmiyorum ama en fazla ortaokulda olmalıyım. Başlama saatine kadar uyanık kalma iznim olduğunu ve sonuna kadar da yalvar yakar durabildiğimi hatırlıyorum. Ah çok hastasıydım bu dizinin ben.

Catherine'le Vincent'ın asla kavuşamaması, Vincent'ın sürekli kendi kafasına göre belirip sonra da ortadan kaybolması, geldiğinde de genelde Catherine'in hayatını kurtarması. Bunlar her genç kızın izlemeye bayıldığı klişe formüller :) Zaten hatun kısmının sürekli arayan, ne zaman nerede olduğu belli olan tiplerden hoşlandığı nerede görülmüş!

Vincent'la Catherine sürekli sarılırlardı bi de. Çünkü sarılmadan pek ileri gidilmezdi o dizide sanırım, yanılıyorsam düzeltin. Beni de sinir eden bişeydi bu, çünkü öpüşme olayını falan yeni görmüşüz sinemalarda. Bekliyorum bekliyorum, Catherine'in günlük yaşantısı bölümleri falan umurumda değil, geçsin de Vincent çıksın diyorum, ama Vincent geliyor bir türlü olaya giremiyor. Ah çok çekingendi bu Vincent, altın kalbi varıdı.

Tabi dün izlerken farkettim ne kadar çok etkilendiğimi... Mesela uzun saçlı, cüsseli rakçı çocuklar durumu. Hahahahah anlatırken acayip geliyor ama kocam da bunlardan biri. Sadece artık uzun saçlı değil :) Hatta oldum olası sarı kedileri sevmemi de diziye bağladım birden. Eşim de "Aaa Vincent Miçoymuş" diyerek, benzerliği onayladı.

Twilight serisinin neden tuttuğunu da (en azından benim tarafımda) izlerken iyice bir anladım. Bir yanda canavar, bir yanda kırılgan kız, canavar kızı hep koruyor, aşıklar ama birleşebilecekler mi, birleşseler bu birliktelikten nasıl bir meyve-ül kebür çıkacak! Ne Güzel-Çirkin masalıymış kardeşim, az ekmek yemediler bundan. Gerçi Twilight'ta kimin güzel olduğu Bella tarafından içten içe sürekli tartışılan bir konuydu heheh :)

Bu masalın altından ne çeşit bir bilinçaltı dayanağı çıkacağını merak ediyorum doğrusu. Masalları ve bizde dokundukları yeri yabana atmamak lazım. Güzel ve Çirkin masalına olan bu sevgimizi açıklayabilecek biri varsa da bu platforma davet ediyorum!

Not: Ehem, kuzen, kimse cevaplamazsa bari sen bişey çiziktirirsin...

Vincent Edward kolkola, nice mutlu haftasonlarına!
AwkwardFamilyPhotos.com

Bu aralar bu siteye taktım. Her açışımda kendimi kaybetmeme sebep fotoğraflar görüyorum. Etrafımdakilere de sürekli anlatıp duruyorum, ofiste arka masalardan kıkırdamalar duyup döndüğümde baktıklarını görüyorum ara ara... Umarsızca doyasıya gülmek için siz de bakın... Saçmasapan aile fotoğraflarından daha komik ne olabilir ki zaten şu dünyada :)
Bu kadar olan biten varken yazmak çok zor.. Çok saçma. Hayatımız devam ediyor ama nasıl bir hayat bu, uzakta veya yakında depremlerden göz göre hep aynı dramlar yaşanırken, gencecik çocuklar daha gözlerini açamadan şehit olurken, küçücük kızlar toplu fiziksel ve tekrar tekrar ruhsal tecavüze maruz kalırlarken ve bunların hepsi bizim de başımıza her an gelebilecekken. Yazmak çok istiyorum, yazamıyorum ama...

Yeter! Gerçekten yeter! Etlerim burum burum yaşıyorum. İçerden kıvrım kıvrım acı içerisindeyim. Kapana kısılmışlık beni delirtiyor. Birşey yapamamak beni delirtiyor. Hepimiz toptan bu kadar nasıl aptal olabiliriz ve bize bunların yapılmasına nasıl izin verebiliriz? İnanamıyorum.

Bu burum burum olma hissi çok acayip, bilinçaltım acı hissetmediğimi farkettiğinde zorla acıyı geri getiriyor. Konuyu düşündürüyor. Üzerine çalışmamı istiyor iç dünyam ama bu çalışıp da ilerlenecek gibi bir konu değil ki.... Hayatın çıplaklığı, yalnızlığı, naifliği ve bir an varolup bir an varolmama durumu; eğer buysa çalışmam gereken beceremiyorum. Ölümlülükse kabullenmem gereken ve içe bu yüzden döndüysem şu günlerde, yapabildiğimi söyleyemem. Ben onun yerine evime pek de güvenmediğimi farkediyor ve yeni ev arayışlarına falan giriyorum. Bir teknik ekip bana bu bina sağlamdır diyene kadar beynimin bas bas aksini söyleyenlerin hepsine bağırdığını görüyorum. Tabii yüzlerine bağıramıyorum, siz nerden biliyorsunuz, kime göre neye göre sağlam diyemiyorum...

Eğer çalışmam ve sakince kabullenmem gereken bu dünya düzeninin hep böyle olageldiği, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem gerektiği ise, 1000 yıl önce de insanların dünyanın iğrenç bir yere dönüştüğünü konuştuğu durumuysa... Gerçekten çok zorlanıyorum.




Çipli pasaportlara geçme işini çok ertelemiştik, öyle ki artık bayramda Tayland'a gidemiyoruz çünkü biletler uçmuş. Ben aslında bu biletleri 1 senedir takip ediyordum ve fiyatları hep yüksekti. Ama demek ki ilk baktığım zamanlar ucuz halleriymiş idrakını yeni yaşıyorum. Baah!!

Bari pasaportumuzu hızla çıkarıp başka bir plan yapalım dedik. Ben nereden bu fikre kapıldıysam, eşler birbiri adına pasaporta başvurabiliyorlar gibi kalmış aklımda. Geçen gün gittim randevuma ve ta-ta! Öyle birşey yokmuş, sakın siz de benim düştüğüm tongaya düşmeyin.

Tablo şu, ben Kadıköy'deyim, eşim 15 günlüğüne şehirden ayrılmak üzere Atatürk havalimanı yolunda, eşimin belgeleri bende ve 15 gün sonra pasaporta başvurursa herhalde vize falan alamayız.

Bir an havalimanına 1 saat içinde ulaşmayı denesem mi diye düşündüm ama eşim beni bu rüyadan uyandırdı. Belgeleri turdaki bir oteline kargoladım. Stres içinde çünkü hepsi çok önemli şeyler... Yanlış otele götürmüş Yurtiçi, neyse ki çözüldü. Bakalım bizimki yoldan bir yerlerden başvurabilecek mi...

Önceden plan yapamadığımız için ya Hollanda'ya gideceğiz ya da bilmiyorum, vizesiz bir ülkeye... Hollanda'da eşimin çok tatlı bir teyzesi var ve onu görmek çok hoş olacaktır diyorum, bir yandan da Kasım'da orada donarız diyorum... Bakalım..


Not: Fotoğraftaki 'foto' bir arkadaşımdan hediye, kendisi harika çekimler yapior ve evet Las Vegas'a hiç gitmedim. Fotoyu asacak bir yer bulabilmek için gözümün önünde olması gerekiyor sadece :)

Herkese iyi cumalar ve iyi haftasonları...

Arada sırada şansı bayağı yaver giden bir insan olarak dün akşam Oyun Atölyesi'nin yeni oyunu Don Juan'ın Gecesi'ni premiyer gecesinde izledim. Salonu tıka basa doldurmayan kalabalıkta pek çok ünlü sima vardı ama tabi isimlerini sorsanız ancak 'şu dizideki çocuk' diyebilecek bilgisizlikte olduğumdan hiç girmiyorum :P

Oyun bence başarılı, kadro çok iyi, Oyun Atölyesi'nin her oyunu gibi bir kapalı gişe mucizesi olacağı belli. İlk yarı çok eğlenceliydi yani bu kadar güleceğimi hiç beklemiyordum. Ah biz kadınlar... Dışardan bakınca gerçekten çok acayip görünüyoruz :)

İkinci yarıda akıştaki ağırlığın da zamanla çözüleceğini düşünüyorum. Angelique'i oynayan genç oyuncunun işi ne kadar zor, insan okuldan mezun olup da ilk profesyonel oyununu Haluk Bilginer'e karşı oynar mı... Rüya mı kabus mu bilemedim doğrusu :) Haluk Bilginer'in performansı göz dolduruyor, önce onu bu rolde daha gençken izlemek isteyeceğimi düşünmüştüm ama hayır, bu yaşına daha yakışmış rol sanki. Özetle izlemekten mutluluk duyacağınız, hikayede ilginç bir 'twist' de barındıran tatlı bir oyun bu.

Yavaş yavaş sezon açılırken hem yeni oyunlar beni heyecanlandırıyor hem de trafik vs yüzünden eskisine göre daha çok üşeniyorum. Bakalım sezon sonunda kaç (iyi) oyun görmüş olacağım. Ey şehir, hem ne güzelsin hem de çok zor!





Yazmayalı 1 ay olmuş hakkaten. Sevgili arkadaşım E. beni uyarınca farkettim. Tik tak ilerleyen bir sayaç da vardı kafamda ama, susturuyordum.

Aslında zihnimde buraya sürekli yazıyorum. Derleyip toparlamadan öylece kafamın içinde bırakmak öyle kolay oluyor ki. Düşünceler uçuyor, kelimeler en rahat halleriyle çıkıyor. Konular da sürüsüyle, kimi hoş kimi sıkıcı, kimi de yine ölümcül sansürüme uğrayacak şekilde kişisel... Birileri blogspot'u hacklese harbiden canım sıkılır. Şaka şaka, o yazıları içerde bırakmıyorum tabii ki. Nihah...

Zihin akışı şeklinde yazdığım için kusura bakmayın, yatağa koşup uyumak(?) hayır tabii ki okumak için can atıyorum: Steinbeck, Cennetin Doğusu... Şu an bu kitabı övmeye başlarsam yazıyı bitiremem, o yüzden hiç girmeyeceğim. Artık en sevdiğim kitaplar sıralaması yapmayı da bıraktım çünkü aklımda tutamıyorum böyle şeyleri. Listelemek de ne bileyim... Çocukça geliyor. Ama bu kitabı görülesi bir rafta bırakıp tekrar tekrar elime alacağımı düşünüyorum. Bir roman için pek sık rastlanır bir son değil, en azından benim okuduğum romanlardansa :)

Artık serviste eve gelmeden çok önce karanlık çöküyor. Bu akşam gözüm çıkasıya okuduktan sonra bıraktım mesela. Yaz boyunca bütün şartlar idealken o kadar okuyamadığıma şimdi hayıflanıyorum. Bu yaz gerçekten okuma namına pek göz alıcı geçmedi.

Yazmaya dönersek, zihnimde dönüp dolanırken pek çok yazının yarısının İngilizce kelimelerden oluşmasına ya ne demeli. Masa başında o dili adam etmeye çalışmak benim için bir işkence. Ki kırparken üzülüyorum. İki dilin birlikte yazılması tabii ki insanlara nahoş geliyor. Aslında sanırım Türkçe gördüğüm eğitimde hep sıkıcılık ve kuralcılıkla karşılaşmam yüzünden oldu bu. İngilizce'yi çok yoğun okuduğum dönemde ise hem yaş itibariyle kendimi dışarıya açıyor hem de bazı kavramları kullanabilir duruma geliyordum, iğneleme vs... Sanırım bu yüzden üniversitede de İngilizce yazdıklarımı hocalar diğer sınıflarında okutmak için toplarlarken, Türkçe yazılarımın yüzüne bakan yoktu. Tabii artık o zamanki gibi yazamam, iki dilde de

Mesela bana kalırsa, bu yazının, yani muhteşem geri dönüş yazımın başlığı kesinlikle şu olmalıydı: "Bushy Legs" Geçen Cumartesi'den beri zihnimde dolanan başlık buydu. Sebebini de kısaca yazayım, sonra ufaktan uzayayım:

Cumartesi günü lazer için gittiğim güzellik merkezinden çıktığımda hava çok çok sıcak olmasına rağmen, caddede herkesin pantolon giydiğini gördüm. Hem de kot. Öyle bir havada benim için na mümkün bir durum. Belki özlemişlerdir, yeni almışlardır da özenip giymişlerdir gibi saf birkaç düşünceden sonra, kafamda şu ses yankılandı: Bushy Legs.... Ve gülümsedim. Gerçek belki öyle olmasa da, herkesin tatil sonrası kendini saldığı, bakımları aksattığı bir döneme girdiğimiz hissine kapıldım. Kotlu kızlar gördükçe de caddede, içimde küçük bir çocuk pantalonlu kişiyi gösteriyor ve bağırarak zıplıyor bir yandan da "bushy legs, bushy legs" diye bağırıyordu... Çok eğlendim. Kendi kendime :)

Evet bu yazının bir konusu yoktu. Isınma turları diyelim. Kıllar, kitaplar, serviste hemen kararan hava, iki dilde yazabildiğini sanacak kadar aptal olmak. Toplasan bir satır etmez. Dinlediğiniz için teşekkür ederim, bilinç akışımı.

Not: Fotoğraf eşimin okunacaklar yığınından. İştah kabartıcı değil mi :)
Günaydın ve mutlu Cumalar hepinize.. Bu aralar gündem etlerimi burum burum ettiğinden gündem dışı konular yazarak arada nefes almaya çalışıyorum, ama tabii bütün bu olan bitenleri düşününce bir salak gibi göründüğümün farkındayım.

Size bu cici şeyi göstermek istedim sabah sabah. Evimde laptoptan müzik dinlemekten gına geldiği için buldum onu. Üzerine iPhone takıp şarj ederken, iPhone'dan radyo olsun mp3 olsun herşeyi dinleyebiliyorsunuz. Dün akşam satıcı çocuğun 'Acele etmeyin isterseniz, biraz araştırın' uyarılarına rağmen gittim aldım. Ve eve gelip kurduktan sonra ne kadar yanlış bir karar verdiğimi anladım: Bu bebeğin kumandası yok. Uzaktan örneğin tv setinin üzerinden size gülümsüyor ve 'kalk radyo kanalını değiştir' diyor. Bu ne saçma iştir!!!

Eh paketi açıp seti kurduğum için iade almayabilirler. O zaman da resmen akılsız başın cezasını ayaklar çeker durumuna düşerim. Alırlarsa eğer, bu bebeğin aşağıda görülen abisine geçmek niyetindeyim.

Peki fark nedir? Bluetooooooth. Cihazın üzerine iPhone'u takmadan kullanabiliyorsunuz, hatta bilgisayara da bağlamanıza gerek yok. Ses gene de geliyor. İşin içinde olmasam ne acaip şey derdim :P

Bu arada meraklısına, cihazların ikisini de dükkanda ve birini evde denedim; minicik boylarına rağmen bayağı iyi ses veriyorlar. Yüksek sesleri çok denemedim ama öyle tizleşecek gibi durmuyor.

Bakalım bu Fidelio brothers ile olan maceramızda kim evdeki o güzel yeri kazanacak... İyi cumalar tekrardan :)

Herkese günaydın! Havaların bozduğu bugün için işte size bir sabah neşesi...

Rehber arkadaşım Kat, yazın Avrupa'da tur yaptığı yerlerde havanın berbat olmasından bıkmış ve yeni mevsim tablosunu açıklamış, aynen veriyorum : "The new 4 seasons : Spring, Asshole, Autumn, Winter"

Hahah bayıldım doğrusu! :)
Evet, veterinere gitmeye karar verdiğimiz gün Miço'nun yumrusu kendiliğinden inmeye başladı. Tatlı düşünceli oğlumuz, veterinere o kadar para vermeye gerek yok, beni de yok kutuya koy, yok arabaya bindir, strese sokmayın, hiiiç uğraştırmayın dedi resmen. Kendi kendine halletti... Muhtemelen yumru da son seferde aşı yapılırken çok kıpırdandığı için başımıza geldi.

Bu arada ilk kez iPhone'dan post yazıyorum. 2 hafta önce eski telefonum ki o kadar da eski değildi iyice sapıtınca eşimin ısrarlarına ve instagram denen uygulamanın hoşluğuna dayanamayıp gidip bir iPhone aldım. O günden beridir de evdeki bilgisayarı bir kez açtım. Şu an sizlere O2 karayolunun Levent Viyadüğü mevkiinden sesleniyorum örneğin :)

Sevgiler, saygılar efem :)

Tepe Not: Son birkaç gündür tam bir b*tch & drama queen gibi davranıp hayatı bize çekilmez kıldığımı düşündüğümden, uzun zaman önce yazdığım ancak post etmediğim bu yazıyı yayımlıyorum. Evrene pozitif mesajlar göndererek pozitifin bize geri dönmesini bekliyorum. Aslında herşey pozitif ya; ufak tefek şeylere takılarak mesela haline getiren de benim... Bu aralar... Aşkım.

Asıl post:

Dalyan'da rüya gibi iki gün yaşamıştık... Rüya gibi, evet çok iyi hatırlıyorum, o zamanlarda da bu kelimeyi kullanmıştım. İstanbul'da görüşmek üzere ayrılmıştık, sen turlarına gitmiştin, ben evime. Ekimdi zaten yanılmıyorsam tanıştığımızda, o yaz 6 Ekim'de İztuzu plajında denize girebildiğimi ve plajdayken hayatımda ilk kez beni bir arının soktuğunu çok iyi hatırlıyorum. Yani çok geçmemiştir, kayıt döneminde İstanbul'a dönmüş olmam.

Hepimiz İstanbul'da Anıl'da toplanmıştık, ben mecburiyetten, çünkü okulu tek dersten tam 1 yıl uzatınca yurda kabul etmiyorlardı beni, zaten yazın yurttan ayrılırken de geri dönmemek üzere ayrılmıştım, süren doldu demişlerdi... Ah Anıl'daki bu zorunlu kalışlarım için ona ne minnettarım, ama; şimdi konu bu değil.

Tam bir randevulaşma değildi bu, çünkü kendimi tehlikeye atmayı pek de sevmem, teketek randevu yerine grupların kaynaşması her zaman daha garanti gelir bana, korkak ben. "Biz Nevizade civarlarında olacağız, seninle de orada görüşürüz" gibi birşeyler söylemiş olmalıyım, çünkü rahat edemezsem arkadaşların yanına kaçarım diye düşünmüşümdür kesin. Sen tabi bütün o rahatlığın ve cool'luğun ile orada başka arkadaşlarınla takılıyor olacağını söylemiştin bana, görüşürdük, yani bu bir plandı.

Evde kızlar hazırlanıyoruz, bir yandan radyoyu açmışız eksen'dir muhtemelen, Cumartesi gecesi iyi çalardı, bir yandan içki içiyoruz, bir yandan sigara içenler var ve hiç bitmeyen dert: ne giyilecek. Evde birbirinin üzerinden atlayacak kadar çok kız var gibi hatırlıyorum, ama toplasan 4-5 kişiyizdir. Közde bana mor bir bluzunu verdi ve gerçekten çok güzel oldu. Altına kotumu ve converse'imi giydim ama hava serin tabii, üzerine de annemin, ananem hastanedeyken moralim düzelir diye almam için gaz verdiği ve muhtemelen çok da fazla olmayan parasından ayırdığı siyah kadife Mango ceketimi. Bir de yine ananemle hastanede kalırken oyalanmak için aldığım pullardan yaptığım derin ama depderin mor bir kolye, boynuma sıkıca sarılmış.

Herkesin bir derdi vardı o akşam hatırlıyorum, kimi sevgilisiyle dertli, kimi piyasa yapmak için çıkıyor, kimi de alkolde kendini unutmak istiyor. İçim kıpır kıpır allahım, ölüyorum seni görmek için ve Dalyan'dan sonra düzgün bir sohbet edebilmek için. Sonuçta şehre döndük ve ayakların bir miktar daha yere basıyor olması gerekiyor ama benimkiler birbirine dolanıyor ve ne mümkün yere basmıyorlar.

Nevizade'ye geliyorum, yanılmıyorsam Akdeniz'in önünde 3-4 arkadaşınla içiyordun. Herhalde aramışımdır gelmeden, çünkü kızların Gizli Bahçe'ye girmelerinden önce seni görmem gerekir, ki üzerindeki "Grupla birlikteyim" etkimi kaybetmeyeyim heheh. Kızlar sokağın ortasında dikilir ve o yaşın verdiği pırıltıyla tüm sokağın ilgisini çekerken seni buldum orada, emin değilim içkini bitirmiş miydin, muhabbetin ortası mıydı, veda ettin ve kalktın benimle geldin. Koca bir grup olarak Gizli Bahçe'ye girdik, biz diğerlerinden belki biraz ayrı.

Sen herhalde barda oturmuştun, biz de kızlarla ayakta ama tam hatırlamıyorum, öyle mutlu olmuş olmalıyım ki seni gördüğüme o aralar hep kayık. Katlar arası yer aramış olabiliriz, çünkü normalde hiç takılmadığım bir katta seninle oturduğumuz bir fotoğraf var beynimde, muhtemelen kalabalık sana basmıştır ve dansedenler, ben de yalnız kalmak için fırsat bu fırsattır diyerek kaçış teklifine uymuş olabilirim.

Çok naziktin hep, belimden hafifçe tutmalar, yer bulunca oturtmalar, yorulmamam için beni düşünmeler. Daha önce hiç içmediğim kokteyller ısmarladın bana bütün gece, ki ben sen içirmesen yine de çok içerdim ama öğrenci hali işte bira falan. Sen bir yaz boyunca aralıksız yoğun çalışmış bir rehber olarak tabii ki benden iyi durumdaydın ve cömertliğe bayılıyordun, her zamanki gibi :) Evet üst kattaki barda oturduk bir süre, ben dansetmek isteyince kalkıp iki sallanıyordum ama senden pek uzak kalamıyor hemen yanına dönüyordum.

Sonra kızları aramak istedim belki, emin değilim yine, nasıl oldu ama o metal merdivenlerin altında arka tarafa bakan bir minder bulduk. Herhalde kızlara merhaba dedim ve sonra orayı bulduk. Bütün gece konuştuk diyemeyeceğim, pek konuşmazdın ve bu halin beni deli ediyordu, meraktan ölüyordum. Müzik de yüksekti. Merdivenlerin orada daha bir sakin konuştuk ama istiyordum ki sürekli beni öv ve sürekli iltifat et alıştığım gibi, ama sen bunu yapmıyordun ve ben kendimi sana beğendirmek için allah bilir ne saçmalıklar anlatıyordum.

Bir ara elimi tuttun, öptün ve kokladın. Ve hafifçe güldün. Sordum, yok birşey dedin. Elimi koklayınca anladım elimin akşam üzeri sanki gece çıkacak olan bizler değilmiş gibi soğanlı bir haltlar pişirirken koktuğunu ve elimden de bu lanet kokunun halen çıkmadığını anladım. Başımdan aşağı kaynar sular indi. Mutfağa da ilk kez gireli topu topu 5-6 ay olmuş, elimin kokabileceğini düşünmemişim, işe bak, delilik bu. Sen yine güldün ve "Ben severim ama böyle" dedin. Sonra bana sarıldın. Çok sonra öğrendim senin nasıl güzel yemek yapabildiğini ve yemek yapan kadınlara bakışındaki pırıltıyı.

Gece iyice bulanıklaşırken kızların birer birer toparlandığını hatırlıyorum ama hayır, daha bitmemişti. Buradan Yeni Melek'e geçilecek. Tuhaf Yeni Melek günleri. Bir an Chemical Brothers çalarken bir anda Yeni Melek Düğün Salonu'na dönüşebilen acayip bir yerdi orası. Gittik Yeni Melek'e ama, saat 2 ya da 3'ü bulmuş olmalı. Zaten 4'te tüm mekanlar kapanırdı Taksim'de o zamanlar, ama şimdi nasıldır bilemiyorum.

Yeni Melek'te tepindik kızlarla ama sen pek dansetmiyor, kenarda içkine devam ediyordun ve açık kahve fermuarlı hırkan ile enfes fitilli kadife pantalonundan ve beline kadar uzanan kıvırcık arkada topladığın saçlarından ve orada öyle duruşundan ben hiç uzak kalamıyordum. Beni öpüyordun ve tadı inanılmazdı, bırakamıyordum. Sana sarılıp öyle hiç bırakmadan durmak istiyordum, kokuna bayılıyordum.

Sonra Yeni Melek kapanıştan önce yaptığı gibi yine tüm programa aykırı bir şarkı çalmaya başladı; Tanju Okan'dan Kadınım... İşte sen orada bir miktar tepki verdin, bilmiyordum Tanju Okan'ı bu kadar sevdiğini, bana sarıldın ve öylece kaldın. Sonra ben şaşırdım ve sen kendi dünyana daldın, biliyordum kadınım derken belki beni kastetmediğini ama mutluydum o an benim yanımda olup önceki kadınların hatıralarını benimle örtüşünü ve benim yanımda oluşunu, onların değil. Mutluydum. Her kimse senin yanında olmayan o kadın, kadınlar, aptaldır dedim; ve olası anılarınız beni dalga dalga kıskançlık olarak sardı, sonra bir öpüşünle hepsi yokoldu... Uçup gitti.

Dip Not: Ben seni çok seviyorum ya... Hani anlatılmaz yaşanır denir ya, öyle. Hala sana evin içinde rastlayınca seviniyorum. Seni arkadan farkettirmeden izlerken içim içime sığmıyor. Film izlerken beni öpünce "off beni beğendi" diye bir gurur duyuyorum ki kendimle... Sana sarılmak, seninle uyanmak. Eriyorum aşkım. Bazen unutulmuş bir rol çıkar gelir yapışır ya insanın üzerine. Hortlar ya da. İşte ben ufak tefek şeylere çemkirirken ve o rol hortlayıp beni bulmuşken, ve ezberlemiş gibi o sözleri söyler ama ağzımdan çıkanlara inanamazken ve konuya yeni bir bakış açısı getiremezken kesinlikle, bir trafik kazasını izler gibi izliyorum olanları... Ve bir de sen üzerine çok alttan alan, çok sakince bir cevap verince; ah işte o zaman hissettiğim suçluluk çok çok fazla...



Seni çok seviyorum ben. Bilesin.

Miço mini minicikken

İn-mi-yor! Miço'nun sırtındaki yumru inmiyor. Hatta bana göre hafiiifçe büyürken, eşime göre boyutları ilk günkü gibi.

Bu öğlen 3 saat boyunca koltukta miskince yatarken Miço ile, aslında sadece koltukta miskince yatmıyor, cesaretimi topluyordum: tırnaklarını kesebilmek için. Uzun bir kendini telkin etme, yapabileceğine inanma, eskiden tırnaklarını kestiğim anları gözümün önüne getirerek konuyu görselleştirme çalışması yaptım :) Tırnakları neden kesmek gerekiyor: 1. Yeni traşlatıp cilalattığım parkenin üzerindeki deriiiin çizgiyi görünce insanın içi gidiyor, evdeki o toz ve tiner kokusuyla geçen günleri hatırlayıp. 2. Yumru için veterinere gideceğiz ve Miço tabii ki veterinerde hepimizi paralayacak. Bari kısa tırnaklara maruz kalalım dedim. Bir de sabah sabah Dog Whisperer izlemiş ve hayvan profesyonellerinin işlerinin sahipler tarafından kolaylaştırılması gerektiğine karar vermiştim.

Bugün mü gitsek yoksa yarın eşim çalışmıyorken birlikte mi gitsek derken, şansım döndü, yarın hep beraber gidiyoruz. Çünkü korkuyorum: Kötü bir haber olursa kendi başıma almak istemiyorum ve kan alma vs gibi durumlar olursa da yine yalnız olmamayı tercih ederim.
Şimdi Miço tatlı tatlı öğlen uykusunu alıyor. Ben de gerginliği yarına ertelemiş biri olarak kuaföre gidip ellerimi ayaklarımı bakıma alacağım, biraz rahatlayacağım. Akşam dışarıda eşimin dönüşünü kutluyor olacağız bir aksilik olmazsa.


Uzun Not: Joanna Godard'ın blogundan güzel bir aktivite. NY'ta etekle bisiklet süren Danimarkalı kadının polis tarafından durdurulmasından sonra, etekle bisiklet sürenlerden güzel bir eylem. Özgürlükler için! Go team riding-bikes-while-wearing-skirts!

Kısa Not: Sivas Katliamı'nı unutmadık! Çok çok acı....

Bu akşam saat 9 itibariyle, 31 yaşımda bisiklet üzerinde durabildim, hayatımda ilk defa! 1, 1.5 saatlik bir süre sonunda pedalları çevirip ilerleyebiliyor ve düşmüyordum! Yıllardır aklımda olan ve yapmak istediğim birşeyi gerçekleştirmenin keyfiyle uyuyacağım bu akşam.

Bu yaşa kadar öğrenmemiş olmamın pek ilginç bir hikayesi yok: Sokaktaki arkadaşların bisikletlerinden tur isteyerek öğrenme çabalarım, biraz sakınan bir çocuk olduğum için ve bisikletim de olmadığı için sonuca ulaşamamıştı. Yazları evde dikiş dikip SEGA oynadığım için de annemlerden bisiklet istemek, bilmem aklıma gelmemiş herhalde. Bir ara kaykaya sarmıştım, çok çok istiyordum ama bir türlü o kaykay gidilip alınamamıştı. Zaten sakınıyordum dediğim gibi, kaykaya nasıl binerdim pek hayal edemiyorum. Kaykay kullanmayı düşlerken, bisiklet arada kaynadı gitti...

Eh sonra ortaokulda yeni taşındığımız sitede popüler bir aktivite değildi, herkes birbiriyle çıkma işlerini düşünüyordu ve lisede de öğrenmek için yeterli hevesim yoktu. Sonra çok geç olduğunu düşündüğüm üniversitede, millet Adalar'da gezip coşarken farkettim ne kadar özgürleştirici birşey olduğunu. Birileri hep "ohoooo ne olacak, gel sana öğretelim Ada'da, bir günde öğrenirsin" dedi ama kimse de kalkıp öğretmedi.

Caddebostan sahile gide gele ve tekerlekler üzerinde fiii oraya fiii buraya gezenleri göre göre artık canıma tak dedi. Tabii bu tak deme süreci 4 yıl falan sürmüştür herhalde heheh. Neyse, Mayıs başından beri eşimin beynini yemek suretiyle kıvama getirdim. Dün de çok tesadüf bir şekilde bizi Kadıköy'den arabasıyla alan kardeşimi hazır arabada yakalamışken "yaaaa Metro'ya gidelim bisiklet alalım yaaa yaaa" diye diye bisikletime kavuştum :)

İlk denemelerim felaketti, bayağı şikayet ettim ve söylendim. Eşime "Hmmm ben de tam bilmiyorum nasıl dengede durduğumu, içgüdüsel bişey" dediği için kızdım. Kesin yapamayacaktım zaten. Hem karşı apartmandaki çocuk niye izliyordu ki beni. Hem de yerde bir sürü taş vardı. Camlar da çoktu. Kavga eden çocuklar da kafamı karıştırıyordu.

Sonra kafamın çok dolu olduğunu, bunun beni deliye çevirdiğini ve çok fazla düşündüğümü farkettim. Kaç tam tur pedal çevirdiğimi saymaya başladım, bilinçsizce. Ve bu benim hızla konsantre olmamı sağladı: "Biiiirrr.... Biiiiirrr... Biiiiirrrr....Biiirrrkiiii ah... Biiirrr..Biiirrrr... Biiirkiiiiüüüççççaaaaaaaaaaa"

Sanki görünmez bir el arkamdan tutuyordu ve gidebiliyordum. Hala nasıl olduğunu anlamış değilim. Zaten ilk yaptığım sıralarda tekrarlayamıyordum ve bu durum beni daha da zorluyordu: Az önce yaptığın birşeyi nasıl oluyorsa yeniden yapamamak... Yapmıştım ama yineleyemiyordum. Sonra bir baktım, aaa yine yapıyorum, aaa yine yaptım, a aaaaa yine yaptım. Bu sefer yapışlarımla yapamayışlarım arasında dengeli bir oran olmaya başladı. Ve yarın yine gittiğimde yapabilecekmişim hissi arttı, en azından güvenli bir şekilde ayrıldım oradan.

Bunu 31 yaşında yazıyor olmam hazin gelebilir kiminize. Dün bisikletin ayarlarını yapıp bana teslim eden yaşlı ustaya öyle gelmişti. Halbuki birşeyi öğrenmek için yaş sınırı yoktur ve ben asla öyle bir sınır tanımıyorum. Bu lafı ettiğimde "Ama şunu öğrenemeyebilirsin, ya da belki bunu" diyerek sinir bozmaya çalışanlara, işte bu yazım kapak olsun.

Siz siz olun, yapmak istediklerinizi hangi yaşta olursanız olun denemekten imtina etmeyin. En azından bir deneyin yani, içinizde kalmaz :) Sevgiler.

Şu an çok moralim bozuk. Miço'nun sırtında 5 gündür sebebini bilmediğimiz bir yumru var ve henüz hiç inme belirtisi göstermedi. İlk farkettiğimizde önemsemedik ancak geçmemesi sinir bozucu oldu, ve ben üzerine düşündükçe şişliğin aslında Miço'nun son aşılarını olduğu yerde çıktığını farkettim. Ve tabii ki google'a danıştım, gördüklerim çok moral bozucuydu.

Zaten yabancı sitelerde sık aşılanan hayvanlarla ilgili çok sinir bozucu iddialar okuyordum: Bunların tümünün sektörün saçmalaması olduğu ve bu toksik maddeleri alan kedilerin özellikle de allah korusun kansere yakalanabildiklerine dair. Kuru mama ve aşı, beni korkutan iki şey. İkisine de bağımlıyım. Miço resmen ağzımızın içinde yaşıyor, öpmek birlikte uyumak, bunlar hayatımızın bir parçası olunca mecburen aşılar da öyle oldu. Kist aşıları, iç dış parazit işte hepsi düzenli oluyordu.

Ama son aşı maceramız çok çok kötüydü, çok. Veterinerimiz eve geldi, çünkü bebeğine bakmak için kliniğini kapatmıştı ve evimize gelebileceğini söylemişti. Bence bir sorun yok ancak Miço tanıdığı ve çok iyi bildiği bir yerde sonuna kadar savaşıyor, asla teslim olmuyor. Tam 45 dakika 3 yetişkin, kediye aşıları vuramadık ve o arada çok stres oldu bebeğim. Çişini kakasını altına kaçırdı. Bağırdı, saldırdı, ısırdı. Klinikte olsa böyle olmazdı, şaşkınlıktan bir şekilde teslim oluyordu.

Şimdi aşısının yerindeki yumruyu görünce en iyi ihtimal stresten kendini kasıp orada aşıyı çevreleyen bir doku oluşturduğunu düşünmeye başladım. Ama aslında hayvanlarda böyle bir durum yaşanıyor mu, hiçbir fikrim yok hatta bunu ben uydurdum diyebiliriz.

Bugün başka bir veterineri aradım çünkü artık kendi veterinerimize kızgınım. Adam, 3-4 gün yumruyu alkolle silmemizi ama düzelme olmazsa mutlaka görmesi gerektiğini söyledi. Fakat ihtimalleri hiç konuşamadım, ne olabilir nedir diye.... Tabii sonra google'da gördüklerim okuduklarım, beni dibe çekiverdi.

Siz aşılar hakkında ne düşünüyorsunuz? Kediniz ve köpeğinizin aşı takvimine ne kadar sadıksınız? Ve endüstriyel kuru mamalar, kedinizi sadece bunlarla mı besliyorsunuz, kendi yediklerinizle mi? Hiç böyle bir yumruya rastladınız mı evcil hayvanınızda? Eğer bildiklerinizi benimle de paylaşabilirseniz, çok sevinirim... Yakışıklı oğlumun da selamı var.

"Hand of fate is moving and the finger points to you!!! " der Iron Maiden bir şarkısında. Sonunda bizim zamanımız da geldi. Uzun yıllar boyunca beklemenin sonunda biz de onları canlı izleyebileceğiz! Sonunda :)))

Iron Maiden ile ilgili hislerimden şurada size biraz bahsetmiştim. Tekrar kafanızı şişirmeyeyim. Yarın Maçka Küçükçiftlik Park'ta Sonisphere'in 2.si yapılacak, Iron Maiden ise bu festivalin headliner'ı olacak. İki gündür twitter'la yatıp kalkıyorum resmen ve yazımda bahsettiğim uçakla ne zaman inecek, hangi havalimanına gelecekler, bir türlü ipucu elde edemedik. Kısa mesafelerde uçak kullanmama ihtimalleri bile var.

Artık Ed Force One ismi verilmiş uçağı görme umudumu rafa kaldırdım. Yarın konserde izdiham olmasın, kalabalık olmasın, tek derdim o. Bir de dolabımda giyecek siyah birşey bulabileyim :) Bu yaşta kalkıp Akmar'dan tşört alamayız ya diye gülüştük az önce. Eh, artık grup tşörtü de giymediğimizden dolapta da bişey yok :)

Bu vesileyle babalar gününü kutlarım tüm babaların ve çocuklarının. Ben de bugün eşime güzel bir kitap aldım, Miço ve benim adıma verdim. Güldü, sen bana en büyük hediyeyi Miço'yu doğurarak verdin dedi. Heheheh.. İyi pazarlar.

Çok heyecanlandım. İnsan her gün yapımında ufak da olsa bir katkısı olduğu şarkının klibini izlemiyor ne de olsa:)

Gerçi o şarkı yazılacak, defalarca tekrar yazılacak belki, sonra albüme dönüşene kadar kaç vakit geçecek ve ne kadar emek harcanacak. Kaç toplantı yapılacak. Kimlere kimlere insan kendini anlatmak zorunda kalacak ve müziğini. Sonra albüme dönüşsün diye yine tonla emek harcanacak ve o klip çekilirken işte bu sefer yine ter dökülecek. Birileri oynarken, birileri çekerken ter dökecek. Birileri montaj masasında ter dökecek. Ve işte kızın biri de, gelip blogunda şarkı hakkında ileri geri böyle konuşup duracak :D

Moda'daki evimde yalnız yaşadığım dönemdi. Yalnız yaşamanın kaç evresi vardır sayamadım ama ben dibini bulmuş durumdaydım. Evde yalnız olmanın gıcık bir yanı, gece kötü bir rüya görme ihtimali ve kimseye anlatamama durumudur. Neyse ki, pek sık kötü rüya görmezdim.

Fakat bir sabah, ağlayarak uyandım. Çok tuhaftı, uykumda kendi sesimi duymuş ve sesime uyanmıştım. Biraz ayılmaya başlayınca farkettim ki, birşeyler söylüyorum. Söylediğim şuydu: "Noolur nolur artık şu evde bir insan sesi olsun, nolur bir çıtırtı bir sese uyanayım"

Aslında kulağa bu kadar acıklı geldiğine bakmayın, yalnızdım ama havam yerindeydi. Herşeyi kafama göre yaşıyordum, kendi keyfimin kahyasıydım. Gece 11de sokağa çıkar, gezer dolanır, içer canım çekince eve dönerdim :) Komşularım tatlı ve uzaktan kollayıcı tiplerdi, özel hayatıma karışmazlardı.

İşte bu olayı yaşayınca ben de şaşırdım. Ve hatta ilk anda kendimi kötü hissederek uyandığım için, ne yapacağımı ve kime anlatacağımı bilemedim. O an çocukken duyduğum birşey geldi aklıma, suya anlatmak. Gittim, banyo lavabosunu açtım ve akan suya yüzümü yıkarken ve ağlarken, ne hissettiğimi nasıl hissettiğimi anlattım. Suyla akıp gitsin diye. İşim bittiğinde çok rahatlamıştım.

Bu günlerin devamında Onur'la gtalk'ta geyiklerken bu geldi aklıma. Rüya gördüğünden bahsediyordu Onur. Ne fena, kime anlatıcam gördüğüm rüyayı gece gece ben, napim geçen koştum, suya anlattım dedim. A-aa süpermiş, şarkı yapim mi suya anlattım diye dedi. E yap dedim, ama tabi ne bilim yapılacağını. Gelenekle ve büyüyle ve tuhaf şeylerle ilgisi varmış gibi hissettiğimi söyledim. Yok ya, gayet saçma sapan biçimde romantik bişey suya anlatmak, hem yalnızlığın icat ettiği süper bişeymiş gibi dedi. Oyuncak ayına anlatmaktan 7000 kat daha güzel dedi. Hem yalnız değilsen bile kendini yalnız hissettirecek çok güzel bişey gibi dedi. Evet yalnızken yapmaya başladım ki zaten dedim. Bunu çok sevdim ben dedi. Sonra gitti.

Birkaç hafta sonra bişey yolladı bana. Bak dedi, oku bunu. Vurursun Patlar'ın ilk versiyonlarından biriydi. Şöyle bir dizesi vardı, "Niye böyle olduğunu suya soruyorum..." Beynim tavana yapıştı. Tam nasıl oldu, fikir mi vermiştim ilham mı, şarkı hazırdı da o dizede bir laflık boşluk mu vardı, hiçbirini hatırlamıyorum şimdi. Ama şarkının keyfini, her zaman fütürsuz ve herkeslerden farklı yaşadım :D
Heyo heyo heyooo! Öncelikle heyo, evet. Heheh. Eşya olayı halloldu. Tabi bir konuyu bölümler halinde yazmazsam olmaz, o yüzden işte karşınızda "Sessizken Oturdum Mu Sandınız Cicim, Evi Kaldırıp Kopardım" bölüm 1 :D

Geçici olarak yanımızda kalan kardeşim Mart ayında aniden eve çıkmaya karar verdi. Bekarlık koltuklarımı ve kimi eşyalarımı ona vermeyi planladığımdan taşınma işimiz bayağı yorucu geçti. Daha önce yazmıştım, evlilik telaşına bir de mobilya alışverişi sıkıştırmak istememiştim. Ayrıca bekarlık eşyalarım da iyi durumdaydı. O yüzden evlenince mobilya almadım.

Fakat bu alınmayan ama lazım olan şeyler insanın kafasını meşgul ediyor. Yemek masası örneğin. Neyse kardeşim de tesadüf burada işe başlayıp eve eşya gerekince, herşey yerine oturdu. Koltukları, televizyonluğu, tencere tabak aklınıza ne gelirse verebileceklerimi kardeşime verdim. Aman ne ferahladım heheh. O da neredeyse hiç eşya masrafı yapmadı. Beyaz eşyalar dışında :P Ama bu sefer de evde bize oturacak yer kalmadı :) Ben de eşimin temelli dönüşünü bekleyemeyeceğimi farkettim ve uzun zamandır planladığım işlere koyuldum, iyi ki de yaz gelmeden buna biraz da mecbur olmuşum. 2 senedir kafamızı meşgul eden eşya işi sonunda halloldu.

Kardeşimin taşınmasının ardından kendimi Ikea'ya attım. Dön dolaş, gez bak, 2 senedir öyle çok da hoşumuza giden mobilyayı bulduğumuzu söyleyemeyeceğim. Bir de tabi kedi dostu koltuk almak durumunda olduğumuz artık belli olmuştu: Kedimiz koltukları tırmalıyor,oraya buraya atlıyor, çok çok pahalı bişeyler almayacağımız artık netleşmişti. Ve kılıfı (ucuza) değişen koltuklar almaya karar verdik.

Şubat sonu - Mart başı yağmurlu bir Cumartesi günü kahvemi koydum, yeni klasik müzik cdlerimi açtım ve mimar arkadaşımızın çizdiği planları buldum. Arkadaşım zamanında tüm odalarımızı ölçmüş, bilgisayar ortamına aktarıp planını çıkarmış ve türlü çeşit eşya yerleşim kombinasyonları önermişti. İçlerinden en hoşuma gideni seçtim. Ve seçtiğim yerleşimin aslında istediğim koltuklarla mümkün olabileceğini farkettim. Bizim salon biraz ufak arkadaşlar. Bir de balkon kapısının önüne eşya koyamıyorduk. Fakat ölçtüm biçtim ve orayı kullanmayı başardım.

Sonra alacağım eşyaların yerleşimini gözümde canlandırabilmek için yerlere kağıt bantlar yapıştırdım. Her şeyin yerini değiştirdiğim için bu biraz mecburi oldu. Koltuğu buraya koydum, kapı açılıyor mu, bakalım buradan pencereden ne görünüyor? Sehpa ile dizlerim arasında yeterli mesafe var mı? Evde bir akış var mı? Bunların hiçbirini evlilik öncesi alelacele yapamazdım, emin olun.

Tabii Ikea'nın şöyle bir güzelliği oluyor: Internette gördüğünüz ölçünün son ürün olarak evinize gelecek ürünle aynı olacağından emin oluyorsunuz. Veya rengin ya da tonun. Gıcık Modoko'da böyle bir garanti yok, ölçüyle mobilya yaptırsanız bile... Neyse internet ve katalog yardımıyla yerleşimi oluşturdum. Uzun süredir Ikea ürünlerinin review'larının yapıldığı Amerikan sitelerini inceliyordum: Hangi masanın cilası aslında ıslanınca kalkıyor, hangi koltukta hangi kumaş en kullanışlı, cat-friendly ürünler nelerdir, genel olarak beğenilmeyen ya da tutan ürünler hangileri? Gibi.

Kardeşim eve çıkmadan bir süre yerde o bantlarla yaşadık, fikre iyice alıştık. Sonra taşınma günü ben verebileceğim en iyi durumda olan ve onun evine sığan (tabii orada da bir temizlik, ölçme biçme süreci yaşandı, annecim çok yoruldu) ve istediği her şeyi evden çıkardım.

Ertesi haftasonu Ikea'da 2 kişinin (kardeşim ve ben) sürebileceği en uzun eşya trenini yarattık. Tren için bir sonraki yazı diyorum ve herkese sevgilerimi gönderiyorum
Bir-kii... Deneme sessss..

Blogger kapatıldığında çok sinirlendim. Zaten sinirlendiğim gündelik pek çok şeye bir de bu eklendi. Ve bende şöyle bir durum vardır: Eğer bir yasak varsa, bunun hayatımı nasıl etkilediğini görmek için önce bir bakarım, sinirimi iyice bir bilerim, öyle hemen yasağı delmem. Harbiden eksikliğini hissediyor insan. Herşeyden önce ofisten kimi yazılımcıların bloglarına giremez oldum, tam mobilya alacağım sırada ilham verici fotoğraflar baktığım dekorasyon bloglarından mahrum kaldım, sonra iletişim için kullandığım arkadaş bloglarına erişemedim, anne olmayı planladığım vakit diğer annelerden nasıl fikir alacağım diye hayıflanmaya başladım.

Şimdi tabii ben de artık giriyorum ancak herkesin üzerindeki bu ölü toprağı bende de mevcut. Gerçi Mart ve Nisan'ın ilk yarısını çok enerjik geçirdim. İki gündür evde mayıştığım için kış modundan hala çıkamadığımı söyleyecektim ama şimdi düşününce yorgunluğum ancak geçiyor.

Mobilya ve evdeki inşaat detaylarını yeni bir postta vermek üzere hoşçakalın diyorum. Hava mükemmel değil ama elimizde de bu var, napalım :) Bari kendimi bir dışarı atayım. Herkese iyi pazarlar...
Uzun bir otobüs yolculuğu olmuştu, hava kararmış halen bir yerleşim yerine varamamıştık. Manzara çöl değil, şehir değil, köy değil.. Durmaksızın tepeler, bomboş kurak tepeler. Neredeyiz, burada ne arıyoruz, amacımız ne... Yolculuğumuzun on üçüncü gününde hepsi iyice belirsizleşmiş durumda. İlk hafta merak ve heyecanla geçmişti, işimiz de kolaydı. Ama şimdi gitgide zorlaşan rotamızda, karada uzun saatler boyunca yolculuk etmek zorunda kalıyorduk. Bir kültürün derinliklerine dalmanın yavaştan hissettirdiği havasızlık hali... Birbirimizi gitgide daha iyi tanıyor olmak güzeldi; aramızdaki yaşlıların gözlerinden, bütün bunların bir an önce bitmesini nasıl istedikleri artık daha rahat anlaşılıyordu...

Hava karardığında neşemi de yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştım. Otobüs sarsıla sarsıla son ışıkları eriyen yolda ilerliyordu. Yolu yeterince göremiyor olmaktı neşemi kaçıran, güvenliğimiz için otobüsün en ön koltuklarına oturmamızı da istemiyorlardı - sanırım üzerimize ateş açılmasından korkuyorlardı. Belirli aralıklarla durduğumuz kontrol noktaları, Arapça konuşmalar, polislerle bazen gergin bazen kikirdeyerek iletişim kuran şoförümüz. Hepsi tuhaf bir rüyanın parçaları gibi.

Halbuki gün ışıl ışıl bir denizin kenarında, apaydınlık başlamıştı. Sabah ettiğimiz abartılı kahvaltının ardından, sırt çantalarımızla deniz otobüsü iskelesine seyirtmiştik. Hmm karmaşa. Bu icada nasıl binip ineceğimi bildiğimi sanırdım. Çantaları yerleştirdik, kendimizi yerleştirdik. Yine yine ve yine uyarılıyoruz: Sallanacaksınız, bulantı haplarını kullanmayı tekrar düşünün. Bu panik ve endişe nedir anlamıyorum, hava güzel deniz güzel, rüzgar yok. Açık denizden geçmiyoruz, sadece iki saat gideceğiz. Günlerdir "Belki son dakikada iptal olur, hiç belli olmaz" lafları ile hamur olduk. Bilimden uzak işleyen, şans ve belirsizliklerin fazlasıyla yönettiği bir ruh halinin içine çekilmeye çalıştığımı hissediyorum; ve kendimi olmadığım halde tam bir Batılı gibi: Neden bu kadar endişeliler, radarlarına hava durumu raporlarına bakmıyorlar, önceden bilmiyorlar mı? diye düşünürken buluyorum.

Deniz yolculuğu benim için son on küsür yıldır olduğu gibi, çocuk oyuncağıydı. Dalgalarla zıplamaktan yorulduğumda uykuya dalmıştım, mükemmel kaçış noktası. Fakat iş karada bilinmeyen bir süre boyunca yolculuğa gelince - genelde önceden bana söylenen yolculuk sürelerini unutmaya başlamıştım- gerilmemem işten değil. Terörden fazla insanını trafik kazalarında kaybeden bir ülkeden geliyorum; ayrıca trafik burada bizimkinden on kat beter. Eh buna ek olarak önceki yıllarda yaşanan terör olaylarının hatırlatılması hiç işime yaramıyor, havanın kararması da.

Tam artık bilinmeyene doğru sonsuz bir yolculuğa başladığımızı kabullenmişken, yokluğun içinden beliriveren bir tesise varıyoruz. Aslında burası bir sürü villanın bir havuzun etrafında toplandığı, tuhaf ama çok tuhaf bir yer... O karanlığın ortasında yeşil ve parlak havuz insanı önce kendine çekiyor ama Aralık'ta esen soğuk çöl rüzgarını içinde hissedince, donuk parlak bir taştan başka bir şey ifade etmiyor. Havuz, kötü tuzaklar kuran ışıltılı ama sinsi bir çiçek gibi.

Yemeğimizi aslında dev bir çadırdan esinlenilmiş yemekhanede yiyoruz. En azından bana yüksek bir otağ çadırını anımsatıyor burası. Bedeviler gelmişler de, cam ve beton kullanarak yine bu tuhaflığı yapıvermişler gibi. Karşımda Gordon ve Elizabeth var. Gordon uzun saatler boyunca oturduğu için dizlerini ovuşturuyor ve Liz'in kendisine aldığı bastonu kullanmak zorunda kaldığı için kırgın. O, sıcak yünlü ceketinin içerisinde elinde bastonuyla oturup tam bir yaşlıya benzerken, yüzünde yaşlılığı kendisine yakıştıramadığına dair acımtrak bir ifade var... Ya da gerçekten canı yanıyor, bilemiyorum. Fazlasıyla İngiliz duruşundan anladığım, konuşmak istemediği... Yine de nezaketen yemek hakkındaki sorularımı yanıtlıyor. Bunca zamandır birlikte yolculuk etmenin aramızdaki ilişkiyi şöyle değiştirdiğini söyleyebilirim; biz onları ebeveynlerini rahat ettirmeye çalışan çocuklar gibi yakından takip ederken, onlar da bunun konforuna kendilerini bırakmayı kabullenmiş görünüyorlar...

Hiç bir konaklama tesisinde yiyemediğim gibi, burada da çorbadan başka kendime uygun birşey bulamıyorum. Karnım aç ama hayır. Tüm vücudum gibi sanırım midem de yorgun bu akşam.

Yemekten sonra çantalarımızı alıyor ve villalardan bize gösterilen birine yöneliyoruz. Ürperiyorum. Bizimki, ortada gruplaşmış sıradan biraz arkada. Ve villanın hemen arkasında uçsuz bucaksız karanlıklar başlıyor... Ürperiyorum, sevgilimin kolunu arkadan hızlıca yakalıyorum: "Orada mı kalacağız? Orası koca ev. Ve uzakta" Sevgilim gülüyor ama tedirgin. "Gel bakalım, beğenmezsek bir çaresine bakarız. Nasılsa 5 saat sonra uyanacağız" diyor... Bu, biraz tuhafıma gidiyor: "5 saat mi? O zaman... Gece 1 oluyor ama... Gece gece neden uyanacağız ki?" diye soruyorum. Sevgilim sakince birkaç dakikadır grupla bunu konuştuklarını, gece erken kalkıp yola koyulacağımızı herkesin mutsuzlukla öğrendiğini anlatıyor.

Villaya giriyoruz, meğerse burası bir sürü odadan ibaret bir binaymış, kendimi daha da korunaksız hissediyorum. Evin içine girseydik belki iyiydi, üzerimizde bir kapı kapanmış olurdu, ama şimdi odamızın kapısının önünde rüzgarlar uçuyor ve in cin top atıyor olacak. Binada da bizden başka kimse kalmıyor gibi... Tuhaf.

İkinci hayal kırıklığını iki tek yatağı görünce yaşıyorum. Ve soğuk odamızı. Bir ihtimal duş almayı konuşuyor, hemen vazgeçiyoruz. Klima gürültülü ama pek varlık sergilemiyor. Yatakları birleştirmek meşakkatli görünüyor, sonunda tek yatakta ısınmak gözümüze en hoş fikir gibi geliyor. Uyuyakalmakta zorlanıyorum, aşırı yorgunluk ve ısınamamak 5 saatlik uykumdan vakit çalmaya başlıyor. Sonunda daldığımda, dinlendirici olmaktan uzak bir uykuda buluyorum kendimi.

Arada gözümü açtığımda sevgilimin aslında uyumamı bekleyip yan yatağa geçtiğini görüyorum. İçim sevgi doluyor. Muhtemelen o kadar sıkışık uyumaya çalışmaya daha fazla tahammül edemedi.

Sabaha karşı 1de uyandırılıyoruz. 15-20 dakika hazırlık için zamanımız var. Yine bir yarım saat de hızlı bir kahvaltı. Öylesine yorgunum ki, hiç sormadan ve sorgulamadan kahvaltı kuyruğuna giriyorum. Yemek zorundayım nokta. Hafif çantamda su var, olabildiğince kalın giysilerim de üzerimde. Yine otobüse biniyoruz, herkes uykulu, çıt yok. Bu seferki yolculuğumuz çok kısa sürüyor. Önce karanlıkta taştan kemerli bir kapıdan geçiyoruz, milli park gibi bir yere girdiğimizi düşünüyorum. Daha sonra da otobüsün gidebileceği kadar ileri gidip, duruyoruz.

Gecenin 2si, ay yok, yerleşim yeri yok, sadece otobüsün ışıkları var... Ve bir de yıldızlar. Milyonlarca yıldız. Teker teker otobüsten iniyoruz, biraz yürümemiz gerektiği söyleniyor. Karşımızda yükselen dağı karanlıkta artık seçmeye başlıyoruz. Dağınık bir şekilde yürürken, medeniyetle o an için son bağımız otobüsümüz de geri dönüp bizden uzaklaşıyor. Ona dair son gördüğüm şey, dağı tarayan farları oluyor.

15 dakikalık tempolu yürüyüşümüzün sonuna doğru, artık gözlerimiz iyice karanlığa alışmışken uzaktan bize doğru gelen karaltılar olduğunu farkediyoruz. Muhammed Arapça sesleniyor, karşıdan yanıt geliyor. Yaklaştıkça konuşmalar artıyor, hem kendi aralarında hem de Muhammed'le. Bize yaklaşan gruptan ayrılan biri yanıma doğru seyirtiyor, dostane ve rahat bir yürüyüşü olduğunu seziyorum. Elini kolunu sallaya sallaya geliyor, arada koyu renkli pelerinini düzeltiyor. Gözlerimi iyice kısınca onun bir Bedevi olduğunu farkediyorum. Elinden sarkan urganının devamında ise genç bir deve var.

Sabahın iki buçuğunda gezegenin bilmediğim bir köşesinde üşür ve arkada yükselen dağın karaltısına endişeyle bakarken, bir Bedevi bembeyaz dişleri ile bana sırıtıyor ve devesini yanıma doğru çekiştirerek oyuncu bir ifadeyle şöyle diyor: "Selamun aleykum"
Basitçe şu cümle durumumu özetleyebilir: Ocak ayında bunaldım. Geçen ayların sıkıntısının üzerine eklenenler oldu, neden böyleydi diye hatırlamaya çalıştığım şeyler oldu. Annemi özledim, göremedim. Kocamı özledim, gördüm ama doyamadım. Sepetim doldu, taştı. Sorumluluk kalemleri artarken, destek görememek canımı çokça sıktı. İçimi bayan bir performans görüşmesinin de etkilerini hala üzerimden atamadım. Üniversiteyi kazandığım ana kadar geri dönüp, kariyerime tekrar şöyle bir bakma isteği uyandıran bir görüşme...

Böyle dönemlerde kendimi çeşitli sığınaklara kapatıyorum. Kurgu dünyaların şeffaf ve koruyucu yaprakları arasına gömülüyorum. Gül yaprakları gibi, damarlı ve geçirgen bir koza içine yerleşiyorum.

Son iki yıldır twilight serisine gömüyorum kendimi, ondan öncesinde ise yollarda sürekli hayal kurardım... Bu sefer çok tuhaf oldu, ergen filmlerine sardırdım. Ergen ve akneli çocukların anıra anıra güldükleri; kadınlar yaşlılar ve bütün farklı insanlarla aşırı derece dalga geçen, yaşımıza pek de hitap etmeyen filmlere. Bir kısmı da cra.cker movie dediğimiz, malum bitkinin etkisindeki kahramanların çok olduğu filmler.

"Knocked Up" ile başladım. "Zack and Miri" ile devam ettim. Tabii bu arada filmleri 8er kez falan izleyip, gitgide filmlerdeki ergen tiplemeler gibi konuşmaya başladım: "F***, s*it, f***, f***" Bu iki filmin diğer ortak özelliği, tuhaf bir romantizm anlayışını koruyor olması. Hatta bu romantizm anlayışının bana da şaşırtıcı bir şekilde hitap edebildiğini farkettim. Sırada Pineapple Express, Superbad, Observe and Report var.

Sonum ne olur bilemiyorum. Ancak geçen gün kendimi bir masa başında elimde içeceğim, üzerimde ütüsüz tshirtümle geyik yaparak ve bolca "f*** s*** f***" kelimelerini kullanarak çalışabileceğim bir iş hayali kurarken yakaladım. Parmak arası terlik de işe dahil olmuştu ve Miami de arkadan göz kırpıyordu sanki...

Benim böyle konuştuğuma bakmayın. Hayal kurmaya bile pek cesaretim yok son günlerde. Ama bu filmler sayesinde, sıcak ve neşeli bir kapı aralığı açılıyor hayatıma. İçeri tuhaf espriler ve parmak arası terlikli rahat tipler doluşuveriyor...
Herşeyi ama herşeyi ısırmayı deneyen Miço

Aslında çok eskiden başladığım bir posttu bu. Herhalde 5-6 aydır oralarda bir yerlerde duruyordu. Bazı kedi sahiplerinin aynı bizim gibi naif bir düşünce içinde olduklarını biliyorum. Aslında yavruşların ortaya çıkmaya başlamaları yakındır, biraz da o yüzden postu tekrar ele aldım. Bilgilendirici post hesaaabı... "Kediler diş mi döker" diye sormayın. Hem de sapır sapır dökerler...

Miço'nun bebeklik (ya da süt) dişlerini döktüğü dönem bir acaipti. 4 aylıkken falan başlayıp koca birkaç ay boyunca sürdü . O aralar bir süredir miniklerin yerini büyüklerin aldığını gözlemliyorduk. Kollarımızda, bacaklarımızda ve esnediği zaman verdiği enfes ağız içi görüntülerde :) Ancak iş öyle bir noktaya geldi ki, yerlerde üst üste dökülmüş dişler bulmaya başladık.

İlkini ben koridorda bulmuştum. Büyükçe bir diş. Keşke fotosunu çekseydim... Çok şaşırdım tabii çünkü kedilerin bebek dişlerini genellikle yuttuklarını ve tuvalete postaladıklarını duyuyordum. Sonra koltukta, halıda orada burada birkaç diş daha buluverdik.

Dikkat edilmesi gerektiğini ise şu olay bize farkettirdi: Bir Pazar öğleden sonrası eşim yatakta Miço ile ısırmalı oyunlar oynuyordu. Çarşafın içine elini sokmuş, Miço'ya hareketler yapıyor, Miço da sürekli elini ısırıyordu. Birden bembeyaz çarşaf kana bulandı. Panikledik, eşimin eli mi kesildi, kedinin ağzına mı birşey oldu (ağzının ayrılması falan gibi çok bilimsel bir hastalık.. gülmeyin, latince adı bile var :P ) Eh dişi bulmamızla konu aydınlığa kavuştu. Dişi oynarken eşim yerinden çıkarmış, diş eti de bayağı bir kanamıştı...

Merak edenler için: Bizim gibi kedinin dişinin yeri bir süre boş kalmıyor, hemen arkasından yeni diş gelmiş oluyor..

O yüzden kedi almayı planlayanlara sesleniyorum: Kedilerinizin diş dökme zamanında çok fazla ısırmalı oyunlar oynamayın. Diş elinizde kanlı bir top halinde kalabilir :)


Herkese keyifli pazarlar!

Onor'dan gelen haberler Şubat ayıyla birlikte daha da güzelleşmeye başladı. Eh, ben de arkadaşımın daimi reklamcısı olarak blogumda bu haberlere yer vermeye devam ediyorum...

İlk haber, Sevgililer Günü için... Onor Bumbum, 14 Şubat'ta Jay Jay Johansson'un ön grubu olarak Bronx Pi'de sahne alacak. Çok güzel haber değil mi... Melankolik müziğiyle elektronik camiada önemli bir isim JJJ ve Onor için mükemmel bir deneyim yolda gibi görünüyor. Bir sürü tanıtım da cabası.

İkinci güzel haber, fizy'den. Fizy'nin ana sayfasında şu an Onor'un tanıtımı mevcut. Şimdiden facebook grubuna fizy'den gelenler doluşmaya başladı. Heyecanlıı!!

Bendeniz halen Onor Bumbum Live Band projesini dinleyemedim. O yüzden planım, 9 Şubat Çarşamba Ghetto'da bu eksiğimi kapatmayı düşünüyorum. Konseri de böylece duyurmuş oldum.

Sevgiler, mutlu cumalar herkesee!!! Cheers!

Fotoğraf kardeşimin albümünden. 6 aylığına bir staj programı için gittiği Hindistan'dan. Belki o çekmiştir, belki de İspanyol, Arjantinli ya da Fransız ev arkadaşlarından biri. Kim çektiyse bence güzel çekmiş. İnek size de gökten iniyormuş gibi görünmüyor mu burada :) Kimbilir hangi kutsal işini halledip yavaş yavaş iniyor merdivenlerden...
Kardeşimin bu tapınağa gittiğini hatırlıyorum. Ertesinde Skype'ta uzun uzun konuşabilmiştik. Uzun zorlu yolculuklar, bitmeyen merdiven çıkmalar ve tapınakların içindeki taşkın kalabalıkların onu yorduğunu anlatmıştı. Ne macera...
Hala böyle bir maceram olmadı... 6 ay Hindistan. Kıskanmamak elde değil :)

Bu sefer sözleri de okumanız gerekecek.. Şarkıyı dinlediğinizi zaten umuyorum. Son zamanlarda kasvetli ofisimde, dışarıya bakacak lanet olası bir pencere dahi yokken, bu şarkıyı mp3 çalarımda açmış kendimi uzaklara bakarken buluyorum. İki jaluzi arasından sızacak bir parça hayat arıyor gözlerim. Ancak tek bulabildikleri, binalar ve daha da fazla binalar oluyor.

Eşim yok. 6 ay kadar. Askerlik gibi değil mi... Ama değil. İş için gitti kocam. Yalnızım ama aslında fiziksel olarak yalnız değilim. Kardeşim ve eşimin kardeşi de bizim evde. Bir süreliğine...

Şarkıyı çalmaya başlayabilirsiniz şimdi bence. Eğer henüz başlamadıysanız. Ben de dinliyorum şu an. Tık tık tık tık... Tık tık tık tık... Goddamn this dusty room... Dave Grohl'un seslendirdiği gelmiş geçmiş en güzel lanet okumayı duyduk işte hep birlikte. Ne içten söyledi.

You were not alone, dear loneliness...You forgot but I remember this.

Sürekli ondan bahsederek bir boşluğu doldurmaya çalıştığımın farkındayım. Çünkü telefon ve skype ve emailler, üzgünüm ama yeterli değil. Nasıl olabilir ki ya da. Cuma gecesi arkadaşlarımın beni götürdüğü küçük balıkçıda, ikinci duble rakıdan sonra yaptığım en patetik hareketlerden biri kocam ve kendi ismimi duvara yazıp kalp içine almak oldu. Aslında tüm Cuma işte bu şarkıyı kendine fon yaparak geçmişti.

Bir miktar içtikten sonra mutlu bir çiftle birlikte geziyor olmak içinizi sızlatabiliyor ve iğrenç hissediyorsunuz utançtan. Hemen kafamı öne eğdim. Bir miktar rakı daha işe yarayabilir gibi gelmişti. Sanırım pek olmadı.

Zamanın çabuk geçmesi için neler yapıyorduk, hatırlamaya çalışıyorum. Ama sonra, tam ben bunu düşünürken zaman hiç geçmiyor. İşte o anda, o anlarda, yani uzay-zaman eksenini yırtmak isteyecek kadar sinirliyken ve ama elimden hiç bir şey gelmezken ben, bu şarkı çok iyi geliyor.

You'll dream about somewhere. A smoke will fill the air... Blogumu okumadığını bildiğim için söyleyebilirim sanırım: Geçen Cuma kaçamak sigara içtim. Ah bana kızmana bayılıyorum. Öyle ciddi oluyorsun ki sigara yüzünden bana kızarken. Ciddiliğini hep kırmaya çalışıyorum ama hiç bozmuyorsun yüzündeki ifadeyi.

I am not alone, dear loneliness. I forgot that I remember this... Böyle yalnız ve beklemede olmak, tuhaf bir his uyandırıyor bende. Yani sürekli birşeyi hatırlamanız gerektiğini unutmaya çalışmanız gibi bir his. Eve gittiğimde evde olmadığını hatırlamam gerektiğini unutmak istiyorum. Gibi.

Bazen ofiste kafamı kaldırıyorum. Dışarı bakacak bir pencere bile olmuyor. İşte o zaman, kendimi şarkıda Grohl'un anlattığı gibi tozlu bir odada hayal ediyorum. Kötü bir motel odasında. Sıcak bir öğleden sonra güneşi sızıyor içeri. Kafamın içindeki odada yatağa uzanıyorum, başucumda yanan bir sigara var. Diyorum ki kendi kendime, "Ben neyi hatırlamaya çalışıyordum? Damn"



Stranger Things Have Happened - Foo Fighters
By: Dave Grohl - David Eric
Goddamn this dusty room
This hazy afternoon
I'm breathing in this silence
Like never before

This feeling that I get
This one last cigarette
As I lay awake
And wait for you to come through the door

Oh maybe maybe maybe
I can share it with you
I behave I behave I behave
So I can share it with you

You were not alone
Dear loneliness
You forgot
But I remembered this
Oh stranger stranger
Stranger things have happened, I know

I'm not alone
Dear loneliness
I forgot
That I remembered this
Oh stranger stranger
Stranger things have happened, I know

We'll dream about somewhere
Our smoke will fill the air
As I lay awake and wait
For you to walk out that door
I can change I can change I can change
But who do you want me to be
I'm the same I'm the same I'm the same
What do you want me to be

You were not alone
Dear loneliness
You forgot
But I remembered this
Oh stranger stranger
Stranger things have happened, I know

I'm not alone
Dear loneliness
I forgot
That I remembered this
You were not alone
Dear loneliness
You forgot
But I remembered this
Oh stranger stranger
Stranger things have happened, I know

Pst: Gece gece bütün sitelere mahkeme kararı aldırmış kapatmışlar. Yutup linki verdim ben de, üzgünüm.
Bu şarkının çeşitli versiyonlarına 90'larda hepimiz aşinaydık. Ancak Patti Smith'ten şarkının orijinalini dinlediğimde, taşıdığı tansiyona inanamadım. Şarkının aynı anda hem kızgın hem hüzünlü hissettirmesini seviyorum, akıp giden ve çok kadınsı bir tutku barındırıyor içinde. Ve bu duyguların eylemci ve punkçı bir kadından bize geliyor olması da çok hoşuma gidiyor...

Ayrıca piyano ile çalınabilecek en kült ve keyifli şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum. Kadın yapmış yahu...




















Yeni yıla eşimin ailesi ile İskenderun'da girdik. Bu yıl ne Aralık başındaki doğum günümü ne de yeni yılın gelişini idrak edebildim. Doğum günümde kendime bir uçak bileti hediye ettim . (Kasım'da aldığım bir çift çizme ve şimdi ne olduklarını hatırlayamadığım ama kesinlikle doğum günüm olduğu için para harcama izni kullanarak aldığım bazı kıyafetler dışında) 6 aylığına evimizden uzakta olacak eşimin yanına ilk kez gitmek için aldım bileti. Gidişim stresli oldu, hava kötüydü. Yine de bir haftasonu için de olsa birlikte olabilmek çok iyi geldi. Onun yeni "bekar" evinde, kaçamak gibi...

Yılbaşı içinse bu sefer eşimin memleketinde buluştuk. Kayınvalidemler sağolsunlar, bizi çok rahat ettirdiler. 31 Aralık günü, çarşıda gezerken meşhur Petek Pastanesi'nde bir şeyler içmeye karar verdik. Ancak pastaneye gittiğimizde, o gün servisin yapılmadığını gördük. Çünkü tüm pastane, yılbaşı pastalarıyla doluydu!

Her masanın üzeri, her dolabın içi, birbirinden farklı ve rengarenk pastalarla dolmuş taşmıştı. Ben tabii ki çıldırdım. Kelimenin tam anlamıyla kendimi kaybettim. Dakikalarca oradan oraya koşturduktan sonra, nefes alıp fotoğraf çekmeye karar verdim. Her zamanki gibi hazırlıksızdım o yüzden yine cep telefonuna talim etmek zorunda kaldım. Sanırım o an, yeni bir yıla giriyor olmanın heyecanını kısa bir süreliğine de olsa hissettim...

Ahh o pastalar. Evde büyük bir kutlama hazırlığı olmamasına rağmen dayanamayıp o güzellerden birini satın aldım. Eve onlardan biri yanımda olmadan dönmek istemedim çünkü... İyi ki de almışız, çocuklar da süslemelerine bayıldı ve gece sonunda çocuklar + ben tombala masasında elimizdeki birer şekerlemeyi kemiriyorduk...

Pastane çalışanlarına şakayla karışık falan değil, gayet ciddi, bize de öğretsenize bu işi dedim. Adamlar güldü, ahh hanımefendi keşke biz bir tanesini bile yapabilsek dediler. Meğer Petek Pastanesi'nin pasta ustalarından biri İstanbul biri Ankara'dan "transfer" edilmişler. İyi bir maaşa artı olarak ev kirası, cep telefonu ve faturası vs vs gibi ekstraları karşılanıyormuş. Çok zor ve özen isteyen bir iş dediler.

Sonraki günlerde de Petek Pastanesi'ne çeşitli ziyaretler yaptım. Birinde toplam 2 tabak karışık tatlıyı birden test etmeye çalıştım. Şöbiyet, fıstıklı sarma, kuru baklava, halep sarması... Gözlerim yuvalarından uğrayabilirdi ancak dedim ki kızım, an bu andır. Boşver kiloları. Tatlıların hepsi güzeldi. Özellikle halep sarması, hem ofiste hem de evde kapışıldı. Çevrede yaşayanlar mutlaka biliyorlardır ama ilk kez ziyaret edenler için, Petek Pastanesi'ni kesinlikle tavsiye ederim.

Not: Künefe için diğer yazıyı bekleyin...

Blog Arşivi

İzleyiciler