Şöyle bir sözü olduğunu duymuştum vakt-i zamanında:
"Yazabiliyorken masadan kalkarım, tıkandığım zamanlarda değil."

Zihnimin derinliklerine böyle bir stil işlemiş. Belki Hemingway böyle birşey söylemedi, belki benzer birşey söyledi ama bana böyle geçti. Özetle, ne zaman birşey yaparken tıkansam, aklıma gelir. Tam masadan kaçacakken, kalıp sorunu çözmemi sağlar.

Masadan "yazabiliyorken" kalkarsanız, döndüğünüzde devam edecek bir noktanız olur. Ama "tıkanıklığı" gidermeden kaçarsanız, döndüğünüzde mevzu aynı sıkıcılığı ile orada duruyor olacaktır.

Çocukken aklıma yapışan ve üzerinde tuhaf uzun çocuk saatleri boyunca düşündüğüm, sonra bir gün birşey yaparken dank! diye ne demek istediğini anladığım bir laf. Şimdi yan tarafta aslında birşey yapmaya çalışıyordum, mola vermek istedim, yine aklıma geldi. Ama gördüğünüz gibi bu sefer kaçtım çünkü buraya yazıyorum :P

PS: Quotes yazarak birkaç arama yaptım, o söze en yakın bu çıktı karşıma. Belki de yanlış anlayıp kendimi mi kandırdım yıllar yılı :) Ama güzel bir yol, hoşuma gidiyor buna kanmak. Çalışmaya devam etmek için Hemingway'i düşünmek :)

"I learned never to empty the well of my writing, but always to stop when there was still something there in the deep part of the well, and let it refill at night from the springs that fed it."

Bir yerlerdeyim. Kiminde koşuşturuyorum, kiminde sakin eşya toparlıyorum. Bir telefon geliyor ya da bir haber... Gelinliğini al gel diye... Eee nasıl yani diyorum. Düğünün var diyorlar. Eşim yanımda hepsinde, dönüyorum, aaa nasıl yaa daha düğün mü var, iki tane yaptık ya diyorum. O da bana, elinden birşey gelmeyeceği ifadesi ile, naapalım, insanları üzmeyelim, hem bitçek gitçek kıvamında birşey söylüyor. Ben aa yeter ama, bir düğün daha çekemeyeceğim diye isyan ediyorum - İsyan ettiğime pek memnun oluyorum. Ama gene de tıpış tıpış gelinliğimi toparlıyor, gitmeye hazırlanıyorum. Bir keresinde 3. düğünüm bari kilisede olsun, kilisede hiç yapmamıştık dedim. Arkadaşım Kat'ı nedimem yaparım dedim. Ee yeter ama dedim. Bu nasıl iş, 3 düğün mü olurmuş dedim...

Bu tuhaf paragraf balayımızdan sonraki haftalarda gördüğüm ve bir hafta içinde 3 kez, farklı şekillerde tekrarlanan ama ruh hali ve teması aynı olan rüyalarımı anlatıyor. Sizi bilmem ama ben bu rüya fırtınasını çok matrak buldum! Yani hadi bir gördüm, üzerinde düşündüm; iki gördüm hmm dedim; üç gördüm artık ben buna gülmeyeyim de ne yapayım, bilinçaltım bari kilisede nikah yapaydın da hiçbir şeyden mahrum kalmayaydın kuzuummm diyerek resmen benimle dalga geçiyor diye pek bi keyiflendim. Düğünlerin yoruculuğu ve sıkıcılığının bir şekilde çıkmasını bekliyordum, bilinçaltımı gene ve gene çok sağlıklı bir tepki verdiği için alnından dudaklarından öptüm. Nitekim anlatırken bile gülünecek bir tortu bıraktığı için de bu rüya işine pek keyiflendim.

Fotoğraf Paris Centre Pompidou'daki bir..bir... Ne olduğunu tarif edemeyeceğim bir odadan :) Modern sanatlar merkezi olan ve aslen mimarisiyle şaşırtan bu binanın bir katında, böyle bir odaya girmiş bulunduk. Kimse yok içerde. Garip, melodisi belirsiz karmaşık bir piyano sesi geliyor fondan. Bu garip heykelimsi oluşum da, yerden 3 metre falan yüksekte o ahşap duvarın üzerinde duruyor. Altında gezinebiliyorsunuz. Fakat o burun var ya... O burun arkadaşlar, 4 metre en az ileri uzanıyor. Hakkaten devasa birşey. Ben burnu yandan çekemedim, çünkü ya bu sanat değilse ve rezil olursam endişesi taşıyordum ahahaha :DD Ama tabii içeri girer girmez, artistik ama ufacık odadaki bu orantısız sanat aman pardon burun ve müziğin saçmasapanlığı beni pırt ettirdi. Yani pııııırrrtttt diyerekten birden gülmeye başladım :) Zaten modern sanat düşkünü değiliz, Centre Pompidou'nun acayip binasını görmüşüz ve önündeki meydanda performans yapan sokak sanatçıları bize yetmiş. Haydi hızla bir içeri bakalım dediğimiz ve nereden başlayacağımızı bilememenin, yönsüz kalmanın ve foşur foşur sanata akan halkların arasında kuzu gibi yalnız hissetmenin hüznüyle bu odaya dalmıştık, vallahi de bana yetti. Dedim hadi gidip ucuz şarap, et ve crème brûlée yiyebileceğimiz, garsonlarının hiçbiri İngilizce konuşamayan ama güzel servis yapan bir yere gidelim, ki alışveriş için enerjimiz olsun :)

Hepinize iyi haftasonları, iyi eğlenceler!











Balayımız için kiraladığımız daireyi paylaşmak istedim sizinle. Birşey Paris'i hatırlattı bana bu gece... Bilmiyorum nedir. Koltukta birlikte kıvrılmak mı sevgilimle, Şebnem Ferah'ın yeni albümünü -Benim Adım Orman- dinlerken duyduğum akordiyon sesi mi... Yoksa pencerenin önündeki ağacın sokak lambasının altında ıslanışını sevimli bulmam mı...

Şimdi farkettim; Paris'te hiç akordiyon sesi duymadım. Sandığımdan çok farklı bir şehirdi; gencecik, enerjik yine de ritmi dingin. Öksürmekten bitap düşmem gerekirken, gece 11lere kadar sessiz ıslak sokaklarda deliler gibi yürüdüğümüz şehirdi Paris. Soğuk ama ML'in dediği gibi, insanın içini ısıtan... Her köşe başında bir sürprizle bizi karşılayan.

Fotoğraflar daireyi kiraladığımız şirketin sitesinden. Şirketle hiç sorun yaşamadık ve hizmetlerinden memnun kaldık, ilgilenenler http://www.clickappart.com/ sitesine bakabilirler.

Bazı Aşklar... Bu şarkıyı sevdim. Bu akşam. Ama kim bilebilir ki; yüzlerce kez dinledikten sonra en sevdiğim şarkı hangisi olur.

"Boynunun omzunla buluştuğu
Hem serin hem ılık çukurdan
Yavaş yavaş yudum yudum su içtim
Sonra kayboldum"

"Bazı aşklar yarım kalırlar, küskün kalırlar" demiş gerisinde şarkının. Sevgilime sordum, "Ben bu şarkıyı çok sevdim, ama yarım kalırlar küskün kalırlar kısmını almadan sevsem olur mu" dedim.. "Olur" dedi... Duvarlarımı kısıtlamalarımı aşabildiği esnetebildiği için gene sevdim sevgilimi.
Her yerden bu tip hikayeleri duyarız ama asla başımıza geleceğini düşünmeyiz değil mi... Ben de düşünmemiştim. Kuzenim evlenirken aceleci yengesi -çok da sevdikleri bir kadın değildir- fermuarı içteki kopçaları takmadan çekince cort! Fermuar patlamıştı. Oturup diktiler sonra, gelin arabasıyla eşi de yakındaki caddede 8-10 tur atmıştı herhalde...

Hiç olmayacak bir hikaye... Sonuçta fermuarı kopçaları taktırmadan çektirmeyeceğim. Öğrendim. Angut değilim ya. Peki bu gelinliğin sırtında zilyon tane düğme varsa ve hiç fermuar yoksa?!?! Aksiyona gelin.

Olaylar şöyle gelişti:
Gelinlikçim elindeki ölçülere %100 güvenerek benimle görüşmeden gelinliğin sırtını kesti, düğmeledi. Kızmadım çünkü geç kalmak üzereydik. Biraz işgüzarlık yapmıştı fakat detaylara takılıp stres yaratacak durumum yoktu.

Elbiseyi ilk giydiğimde ölüyorum sandım. O dehşetle kendi kendimi panik atak krizine sokmak üzereydim ki; sakinleşmemi çünkü gelinliğin kumaşının her halükarda esneyeceğini söylediler. Sakinleşmek derken, bir solucan gibi elbiseden pörçlememek için nefesimi kontrol etmekten bahsediyorum :) Şansa ufak bir provamsı daha vardı, orada da yarım saat kadar giymem gerekti gelinliği: Hakkaten esniyordu. Rahatladım. Esnemeye başladım :P

Sonra annemlerin oradaki düğün için memleketime geçtim. Sadece 4 gün içinde bu kadar kilo almış olamazdım değil mi... 10 yıldır ibre +1,-1 o da mevsim değişikliklerinde oynar. Tamam çok zayıfım demiyorum ama sağlıklı kiloda olduğuma inandığımdan, gelin diyeti falan denen şeylere itibar etmedim. Sonuçta sabit kilomdan biraz zayıflasam hemen aynı kiloya dönüyordum, aynı şekilde alınca da böyle oluyordu. Çabalarım vücut direncimle karşılaştıkça sinirimi bozacaktı, gerek görmedim. En son ergenlik çıkışı diyet yapmıştım. Bundan 10 kilo zayıfken!!!

Neysecime kuaförden eve geldiğimde -evde giyinmeye karar vermiştim- her gelin gibi programımın gerisinde kalmak üzereydim. Ki 12 yıldır herhangi bir yere yetişebilmiş değilim, kelimenin gerçek anlamıyla. Bu sefer manyaklık bu ya bütün işlerimi çok erken halletmiştim. Fazlasıyla erken gittiğim için de kuaför olsun makyajcı olsun, rehavetin dibini bulup beni geciktirmişlerdi. Sorun değil, bu sefer gerçekten erkenciydim...

Eve geldim ve sakince beni giydireceklere mevzuyu anlatmaya başladım. Katman katman giyindim, allahım gerçekten teferruatlı bir iş, sabredebilmem bir mucize. Son hamle, gelinliğin sırtındaki en üstteki ilk düğme iliklenmesi en zor olanı, sonrası çok kolay. Bizimkiler kasmaya başladı...

5 dakika sonra bana kötü haberi verdiler. Bu arada 37 farklı pozisyon denemiştik: Gelinliğin sırtı iliklenmiyordu, iliklenmediği gibi resmen kocca bir karış aralık vardı iki düğme arasında. Fakat önü ise bomboldu. Bu kadar kiloyu 4 günde nasıl almış olabilirdim... Elbiseyi üzerime oturtamadıkları barizdi. Bu noktada modellik vs de yapmış eşimin bir akrabası işi ele aldı. Daha doğrusu kaburgalarımı... Resmen elbisenin altında kaburgalarımı avuçladı, arkaya doğru ittiriverdi. Elbisenin üzeri de düğmeler de iç organlar da her bişey de oturdu. Ben rahattım fakat bu stres beni bitirmişti. Kimseye bağırıp çağırmadan, olay çıkarmadan kimseyi kırmadan mevzuyu atlatabildiğime inanamıyordum... Tabe düğün öncesi- fotoğrafçı sonrası beyle çaktığımız birer kadeh cin tonik de hem alkol kokmamamızı hem de gayet neşeli bir düğün geçirmemizi sağladı.

İkinci düğünümüz için -evet 2 düğün, 1 nikah, 1 bekarlığa veda partisi, 1 şirket kutlama yemeği- bir çare bulmalıydım; ya yine kapanmazsa paniği aldı beni. Kuzenimi çağırdım, gelinliği topladım kutuladım, kalktım gelinlikçiye gittim. Gelinlikçim kuzenime bütün detayları öğretti. Diğer düğünde de, kuaförde bir 3 dakikalık cebelleşme yaşansa da - bu sefer gerçekten kilo almış olabilirdim, güneyin yemekleri bir harika oluyor- kuzenim meseleyi bir çırpıda halletti. Ona da hatıra hayat boyu unutamayacağı iç giyimli görüntülerim kaldı. Ehem.

Sizlere tavsiyem, yanınızda eğitimli & tecrübeli birini bulundurun. Sadece dinlemekle öğrenilmiyor bu iş, gelinlikçinizin eşliğinde yapsın bu kişi elbiseyi kapatma işini. Ayrıca bir gelinlik sırtı kapatılamama yazısı yazaraktan ne kadar banal olduğumu an itibariyle farkettim. Olsun, bira kafası + facebook'taki bitmeyen evlilik fotoları insana neler yaptırıyor!!!
But a very bad one!!! The movie "Homo Erectus" sucks!!!

Bunu enternasyonel olarak algılanabilen bir dilde yazdığım iyi oldu. Belki biri bir gün görür de film kariyerini sonlandırır.

Bugün çok salakça bişey yaptım. Bir göz kapatıcı ile bir pudraya kucak dolusu para verdim. Ama gerçekten yanlışlıkla oldu. Fiyatını sormadan kasaya gitmiş bulundum, sonra da yiğitliğe toz kondurmamak için aldım çıktım.

İçime oturdu tabii. Ben bişey pahalıysa ondan soğurum: Pudramdan şu an nefret ediyorum. O paraya şimdi kocamla ben GS-Panathinaikos maçına bilet aldık iki kişi. Gözüm döndü bu aralar. Tutamıyorum kendimi.

Alışveriş merkezlerinden nefret ediyorum!!!
Özgür Anne; bağlantıyı koparmadığın ve yazma temponla ilham verdiğin için...

Anne ve Bebişi; halen kadim dost olduğun ve yorumlarını esirgemediğin için...

Daisy; zilyon tane yorumuna halen güzel bir cevap yazamadığım halde yorum yazmayı inatla bırakmadığın için...

Öykücü; her tür saçmalık içeren yazımı desteklediğin ve okumayı bırakmadığın için....

Hepinize yazmam konusunda verdiğiniz cesaret için çok çok teşekkürler.

Ve tüm diğer sessiz izleyici ve okuyuculara, size de teşekkürler. Biliyorum ve görüyorum, geliyorsunuz okuyorsunuz. Hepsini görüyorumm. Ohhhmmmm!!!

Ve tuhaf google aramalarıyla gelip sitede gezinen kişilere de teşekkürler! Siz de neşeme neşe katıyorsunuz analytics raporlarını okurken her akşam...

Hepinize iyi bayramlar!!!
Biliyorum, benden okkalı düğün yazıları bekliyorsunuz. Öncelikle, herşey çok güzeldi çok, içiniz rahat olsun. Ben de süper çok güzeldim niheh. Ve fekat, bu yazı beklentisi durumu bende acayip baskı yarattı. Kendi zihnim tabi bunu yapan, sizlerin bir suçu yok.

Gidiyorum geliyorum yazamıyorum. Gerçekten vaktim de olmadı. Azıcık vaktimde yorumlarla dönmeye çalıştım blog alemlerine. Sırf bu baskı hissini azaltmak, tabiri caizse motoru tekrar ısıtmak için yazıyorum şu yazıyı. İnsan zorunda hissettiği işi de yapamıyor, yazıyı da yazamıyor anacım...

Size geçen hafta izlediğim bir filmdeki bir karakterden bahsetmek istiyorum bu kez: Filmin ismi "Away We Go". Afişini Paris'te metroda görmüştüm, o zamandan aklımda kalmış bu "kız" filmi. Geçen dvdcide buldum aldım. Eşime izletene kadar da akla karayı seçtim ama sonuçta beğendik ailecek :)

Şimdi bu filmde bir kadın var: LN. Asıl adı Ellen ama kendisine LN diyor. Üniversitede hoca ve 2 çocuk annesi bir hmmm nasıl desem, yeşilci annelerden. Yani sling kullanıyor, organik yediriyor, çocuğunu emzirmeye derinden inanıyor falan. Fakat bu karakter aslında new-age kadın ve annelerin tam bir parodisi durumunda. Saldırgan falan da bişey. Yani bu metodlara karşı değilim, çoğunu (anne olmadığım halde) ilgiyle izliyorum ama bu LN var ya bu.. Filmin asıl karakterleri buna bir bebek arabası hediye ediyorlar, parasının yetmediğini düşünerek saflıkla. Ama tabi LN arabadan nefret ediyor. Olaylar ısındıktan sonra bir sinirle "I don't want to PUSH my babies AWAY from me" diye öyle bir kükrüyor ki... Bebek arabasına yüklenen anlama gel, çay demle demek istiyorum.

İtiraf anı: Bu alternatif kadınların metodları falan hep fazlasıyla (gerçekten) ilgimi çekse de, bende eksik performans hissi yaratıyorlar. Beni eksik kadın hissettiriyorlar. Yani sanki o aktiviteyi o şekil yapmazsam kadınlığımın derinliklerindeki mühim noktalardan birine erişemezmişim gibi. Ya da bilemiyorum... Yani sanki erişmem gereken bir hedefmiş gibi oluyor öyle düşününce. Hedef olunca da performans kaygısı giriyor işin içine.

Ben de Jung'dan, kırmızı başlıklı kızın farklı okumalarından, kadınlığımın derinliklerine yaptığım yolculuklardan, toprağa çıplak ayakla basmaktan ve hint işi eteğimin yazın ayaklarıma dolanmasından hoşlanıyorum. Ben ayrıca streç zımbalı kotumu ayaklarıma geçirip, siyah montum ve siyah makyajımla, topuklarımın üzerinde yükselerek Taksim'deki salaş heavy metal barlara gidip, o erkek ortamında bir kadın olarak varolmaktan da hoşlanıyorum. Ayrıca sinirli bir günümde mutfağa girip, ocağı fırını ovalamak ve o sırada kendimi kaybetmekten de hoşlanıyorum. Muhtemelen annemin evde gergin bir üslubu olduğundan, ben bu olmayacam diyerek kendi kendime, bir vakitler çocukluğumda-ilk gençliğimde, bu kadınları ikonalaştırdım gözümde.
İşte bu new-age kadınlara dair performans kaygısı aklıma üşüştüğünde, dalga geçip unutmamı sağlayacak bir karakter oldu LN. Kendi dünyasındaki doğrulara inanan bir insandan kime zarar gelir tabii ki ama, benim kadınlığımı koydukları zor hedeflerle tırtıklamaya kalktıklarında, işte orada dur demem lazım. En azından kendi kendime dur demem lazım...

Not: Yazının ses tonu gıcık, halbuki hiç öyle değilim ben. Neşeliyim gayet ve yeni keşfettiğimiz bir dizinin son bölümünü izlemeye gidiyorum şimdi. Çekirdek de iyi gider heaa. Hangi new-age anne çekirdek çitler allasen :P
Evet blogcular, bir önyargıyı yıkmaya geliyorum: Şu ana kadar iletişim kurmam gereken yaklaşık 5-6 Fransızdan edindiğim izlenim odur ki; Fransızlar iğrenç değillerrr!! Hatta oldukça yardımsever ve sevimliler.

Uçakta yanıma oturan, köh köh öksürüp devamlı uyuklayan Fransız kız, birden bire bize sorular sormaya başlayıp Paris'te gidebileceğimiz yer önermek için email adresini bile verdi. Uzaktan baksanız biz yorgun ve tedirgin halimizle Fransız o sıcakkanlılığı ile bir Türk gibiydi.

Pasaport kontrolündeki polisler! Sizleri de seviyorum. Ben "Merci" deyince bana "Thank you" diyen bir Fransız bulabileceğime inanamazdım şu dünyada!

Daha sonra metro istasyonlarında 8 kez yolumuzu kaybettikten sonra eve 1 saat geç kaldığımızda; bizi mükemmel tatlılıkla ve evliliğimizi kutlamak için bir şişe şampanya ile karşılayan ev sahibimiz Yaniv! Sana da selam olsun!

Sonra market kasasındaki Hintli teyze! Sebze poşetlerini bağlamadığımız için kasaya dökülen sebzeleri toparlarken bize "Bir daha olmasın" bakışı attın ya! Bak dersimizi hemen aldık.

Bu akşamlık yorgunluktan öldüğümüz için kendimizi gün battıktan sonra eve attık ve evde takılmaya karar verdik. Markette bulabildiğimiz en tuhaf mantarlarla uyduruk bir Çin yemeği yaptık. Orta karar bir Fransız şarabını yarılayamadan koltuğa serpiştik.

Şu an etrafımızda kıpır kıpır Paris kimbilir neler peşindeyken, komşularımızın penceresini hafif dikizleyerek evde pinekliyoruz. Ve evet çok yorgunuz. Yarın neler yapacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Bir de benim ara vermeden yolculuk jurnalime yazmam lazım. İyi geceler herkese!
Dün akşam itibariyle bütün telaşımız bitti. Diyelim. Yarın sabahın köründe Paris'e uçmak ve 5 gün oralarda sürtmek dışında bir işimiz kalmadı. (Allaam allaaam çok merak ediyorum dairemiz nasıllll! Paris nasıl!)

Az önce İstanbul'a indik. Bey maça koştu. Ben öksürdüğüm için domuz gribi endişelerimi evde kendi kendime dinlemek istedim. Yoksa maçta olmalıydım.

Yok yok d.g. değilim. Herkes öyle dedi :P Olmadığımı. Yani grip değilim, öksürüyorum sadece. Boğazım tahrişlenmiş bir şekil. Deli etti beni.

Bu vesileyle sevgili okuyucu, seni ihmal ettiğim için özür dilemek istedim. Sana sen dememe kızmadın, di mi?! Şimdiiii, anlatmam gerekip de atladıklarım;

1. Kopuk bekarlığa veda partim. Bilmem kaç zamandır bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum. Kurtlar dökülmeye dökülmeye meğer ne çok birikmiş. Kız arkadaşlar meğer ne çok özlenmiş. Kız kıza eğlenmek ne şahaneymiş! Bizim kızlar meğer ne manyak ve ne yaratıcıymış nihahah!

2. Gelinlik son durum. Foto gerekir heralde.

3. Annemin memleketindeki düğünümüz & kınamız. Ve bununla da bitmiyor...

4. Asıl düğünümüz. Eşimin memleketindeki.

Bu kadar düğün aktivitesi benim miydi, halen inanamıyorum. Bir kez daha evrene diyorum ki, gene yaptın yapacağını, büyük konuştuğum için aldın intikamını. Gizlice evlenirim, kimseyi çağırmam der misin... Düğüne doydum. Ama en sonda olan bir ufak aksilik dışında, her şey gayet güzeldi. Mükemmel - çok güzel arasındaki bir skalada serpişiyordu yani olan bitenin kalitesi.

Evet yemeksepeti'cim. Halen bekliyorum, gelen giden yok. Eve en yakın alışveriş merkezinin içinden sipariş verdim ki, sıcak gelsin. Şimdi patatalar hamır olmuştur. Zaten GS'de gol yedi. Yorgunum ooof.

à bientôt!
Daha giriş müziği bulacağız. Dün akşam oteli aradım, pasta vs birşeyler dediler. Anlamamıştım. Daisy senin de yorumundan sonra uyandım, biz pasta için de mi müzik vereceğiz?!?!

Dün akşam tarlatan ve ayakkabılarla dans etmeyi denedik: Fena değildi, özellikle flört döneminde hiç dansetmemiş iki insan için fena sayılmazdık. Fakat güzel dansettiğimizde ben kendimi romantizme kaptırdığım için provaları hep bozdum! Ya ayağına bastım sevgilimin ya kikirdemeye başladım.

Bizim ilk dans müziği hafif ve neşeli, biraz da sek.si (Ehem!) . Ama genelde giriş müzikleri belgesel müziğini andırıyor ya da bir huşu durumu oluyor. "The Way You Look Tonight"a altlık olacak giriş müziği nereden bulurum bilemiyorum... Hele pastaya eşlik edecek müzik nasıl birşey olmalı, hiçbir fikrim yok!
Son dakikaya bıraktığımız bir iş daha. Önce Elvis Presley'in "Can't Help Falling in Love"ında dansedecektik. İkimiz de çok müzik dinleyen insanlarız ama bilinen bir şarkı olsun, insanların gözleri dolsun istedik acımasızca nihehe. Ve fekat Elvis'im, çok yavaş olmuş o şarkı, dansedilmiyor, sevdiğimiz daha hızlı bir cover'ını da bulamadık.

Şimdi havadaki romantizmin de etkisiyle, "The Way You Look Tonight" ta karar kılmak üzereyiz. Yani az önce sevgilimi aradım, ofisçek oturmuş şarkı arıyorlardı, içki de içilmiş anlaşılan, arkadan bu şarkı geliyordu ve sevgilim "Budur" diyordu. Herkesi havaya sokmuş herhalde ofisteki hehehe :)

Farklı versiyonlarından birini seçeriz, çok uzun olmasın, çok yavaş olmasın, şimdilik merak edenler yutüp'ten Rod Stewart'ın yorumladığını dinleyebilirler. Çok romantik çook :) Aklımda uygun bir cover var benim, akşama deneriz bakalım. Çok uzun gelirse elimizdekiler aile büyüklerini dansa kaldırır, kurtarırız diye düşünüyorum :D

Bugün gelinliğimi aldım. Uçuyorum sanırsam. Nasıl bir hismiş bu! Detaylar daha sonra geliyoor!
Çok soğuk. Markete gittim geldim, mübarek Kuzey Buz Denizi'ne daldım çıktım. Hava çok güzel, temizlenmiş; dünkü lodosun bütün izleri yıkanmış. Gece yarısı yağmurda yürümek için gaza gelmiştik ancak yeni mahallemizi daha keşfedemediğimizden cesaret edemedik. Ahh Moda ah, geri geleceğiz bir gün... Moda'da olsak, gece 3-4 çekinmez yürürdük.

Dün pasaportları aldık. Gıcır gıcır şengen. Fotoğraflı filam. Oradan damatlığı teslim almaya gittik. Şok olduk: Smokin istemeyen sevgilime, siyah şık bir takım beğenmiştik. Yakası ve düğmeleri saten kaplanacak, gömlek üzerine oturtulacak, pantolon çok az açılacak.

Bir gittik mağazaya, yaka saten kaplı ancak siyah saten yerine böyle üzeri gri biyeli parlak garip bir şey! Düğmeler plastik ve taşlı(!) , acayip kokoş. Gömlek yapılmamış, ölçü iğneleri üzerinde duruyor. Mağazada bizimle ilgilenen bey de şok oldu, hiç haberim yoktu diyerek. Bugün yine gideceğiz. Bu teslimatı erkene aldırmak benim isteğimdi, o da 1 gün sadece. "Bir sorun olursa düzeltecek vaktimiz olsun" diye düşünmüştüm. Hakkaten de oldu. Bir an için böyle düşünerek bu sorunu çağırdığım hissine kapıldım, bu kadarını ben bile beklemiyordum :P

Bugün artık koşturmacaya bir ara vermek ve kendime zaman ayırmak istiyorum. Ancak işler bitmiyor: Kuru temizlemeye verilecek kıyafetler var, elektrikçi gelecekti, bekliyoruz halen kıl bişey. Davetiye verilecek akrabalar var, an itibariyle onları da kargoya verme hissi içimi kapladı.

Off gitmem lazım. Gelinlikçiden telefon geldi, 11'de randevumuz varmış ve unutmuşum. 3'e onu aldılar, o saatte Kat ile buluşacaktık, kızı da çağırdım gelinlikçiye ama sesi pek bitkin geldi, tekrar arayayım. Hadi çüz.
Yuhuuu vizeyi aldım. Aldık yani ehehe. Eşimin bir sorunu yoktu tabii, 3-5 kere EU girişi olduğu için.
Bu vesileyle hiç şengenim olmadığı halde görüşme bile yapmadan vize almamı sağlayan Pronto Tur'a, beni kanatları altına alarak ev hanımı statüsünden başvurmamı sağlayan eşime sevgilerimi yollarım.
İki yazıdır ayılar aldı götürdü bizi :P Bu seferki romantik olanından ama...

Aslında düğün öncesi balayında gibiyiz. Çalışmıyorum, onun işleri hafifledi. Sürüsüne bereket iş olsa da, nazar değmesin, pambık bir haldeyiz. Dinlendim de, oh! Ama daha tadına varacağım şeyler var, sabah sahilde yürümek gibi.. Vapura doydum, onu söyleyebilirim.

Koşturmacam hiç bitmedi, gelinlik, bekar eşyalarının ve yeni eşyaların eve taşınması hatta harmanlanması, bir de araya vize işi sıkıştırdık. Allahım, eğer bir sorun çıkmazsa Paris'e gideceğiz. Otel & tur karmaşasından uzakta, St Germain Bulvarı'na çok yakın hoş bir sokakta bir daire kiraladık, 6. bölgede. Tuhaf bir şekilde Paris'in büyük bir bölümünün numerolarla ayrılmış bulunduğunu öğrendim bu süreçte. 20'ye kadar giden bu rakamlar, farkettikten sonra ev seçerken bayağı bir işimize yaradı.

Umarım konsolosluk en kısa zamanda görüşme randevusunu netleştirir de, belirsizlikten kurtulurum. İlk şengenim, dolayısıyla hayvani bir kasış var. Gece gece şengen-yengen esprisi bile yapasım yok, öyle çok belge topladım. Ayrıca franko kişileri ne kadar sevdiğimiz belli. Buraya mı gitmek için uğraşıyoruz önyargısı cabası.

Canım aşkım saolsun Fransızların başka bir dil konuşmama inadını tamamen Türkçe konuşarak bertaraf edebileceğine inanıyor. Bense birkaç akşam "15 dakikada Fransızca" kitabına baktıktan sonra, bizim için en yararlı cümlenin "Par le vu Angle?" (İngilizce konuşabiliyor musunuz?) olduğuna kanaat getirdim. Bir arkadaşım bu soruyu "Vi" şeklinde cevaplayıp, konuşmalarına Fransızca devam edeceklerini iddia etti. Eğlence başlasın yani :)

Herşey bitsin, biz bi gidip gelelim, evin gerçeğini görelim, buradan linkini de paylaşırım. Bir ev bulmuştuk aslında, ufak bir stüdyo daire. Çok tatlı, herşey yerli yerinde. Yalnız perdeyi açıyorsunuz, ınınnnn tam karşınızda Notre Dame Katedrali! Yani arada bir cadde, Seine Nehri ve hoop katedral. Balayını 3 kişi geçirecekmişiz hissi uyandırdı bende bu: Ben, eşim ve katedral. Evin içinde öyle bir varlık sergiliyor çünkü. Hatta geceleri tıktık camı çalan Notre Dame'ın kamburu da bize katılabilir diye düşünmeye başlamıştım. Şaka bir yana, biraz ürkünç geldi gotik mimariye o kadar yakın uyumak bana. Aslında evde oturacağımız falan da yok yani.

Ama işte, bu yazıya başlamadan önce hissettiğim şey, balayımızın çoktan başladığı hissiydi. Bundan daha da tatlı bişey olcaksa eğer, ohooo süpermiş diyorum. Herkesi selamlıyorum. Bon nui.
Ev hanımlığımın ilk günü :) Normalin aksine erken kalktım, hemen sanal tarlama bişeyler ektim. Sonra biraz tv izledim, markete gittim. Çamaşırları makinaya attım, panjurları açtım, kurumuş çamaşırları topladım. Sabah sabah baharat rafı sinirime dokundu, onu düzelttim. Eşime hediye aldığım nutellayı üzerine not yapıştırarak rafa yerleştirdim. (Speşıl okazyon) Kahvaltı ettim, annemi aradım, babamla konuştum, eşimi aradım. Şimdi de oturmuş, çayımı içerken Ayı Grylls'in The Ultimate Survival'ını izliyorum. Amazon'da ve oldukça bıkkın görünüyor. Bak gene gaza geldi, hayret bişey. Keşke Deadliest Catch de olsaydı, yengeç avcılarının hastasıyım.

Öğleden sonra bankaya giderim. Keyfim yerinde, bi Türk kahvesi de yakışır aslında :)

Not: Yapılacak işler listesi hazırlamayı unutmamalıyım. Zilyon tane iş var düğün için yapılacak ve nedir onlar halen bilmiyorum. Umarım liste yaparken ortaya çıkarlar!
Bu günden sonrası bekarlığa veda partisi (bekarlık mı? ben evlenmiştim ama :P) + kına + düğün + balayı odaklanması şeklinde geçecek kısmetse. Eh bu, yazdıklarıma da yansıyacaktır diye düşünüyorum. Ben rahatlıyorum yazarken en azından tamam mı, bırakın bir süre bu konuları eşeleyeyim.

Dolayısıyla ya şimdi ya hiç, evet ben istifa ettim. Yani aslında 1 küsür ay önce istifa ettim ancak Çarşamba itibariyle çalışmıyorum. WOOOOHOOOOOO!!!!! :D :D

5 yıldır çalıştığım, aslında uzun yıllar gönülden bağlı olduğum ancak bazı olaylar & olay dizileri & bıkkınlık & tanıdığım herkesin sapır sapır gitmiş olması & artık çalıştığım şirketin adının bizim piyasada umursanmaması :P & kendimi uzun zamandır geliştiremeden aynı çamura saplanmış olmam & artık birlikte çalışılması hiç de keyifli olmayan birine dönüşmüş olmam.... Bunları sebepler arasında gösterebilirim. CV'de yazan 5 sene bir noktada insanın ayağını bağlayan bir prangaya dönüşüyor. Daha ilerleseydim daha da zor olacaktı benim için. Gencim, ama bir süre sonra "evli ve yakında doğurur bu" sorgulamasına da maruz kalacağım.

Evet bakalım, şimdi pırıl pırıl günler başlıcak umarım. Biraz dinleneyim, biraz düğünüme & evime & kendime & kocama bakayım şöyle. Çok sürmez sanırım ama, biraz molaya da ihtiyacım vardı.

Bugün temizlikçim geldi ilk kez. Yeni bir deneme ama pek hoşuma gitti. Öğleden sonra bir noktada "Siz çıkın artık ben hallederim gerisini" deyince süslendim püslendim, kendimi Kadıköy'e attım. English Home'da diğer bütün işi gücü olmayan kadınlar gibi salındım. Yatak çarşafı modasını takip ettim :PP

Allah utandırmasın diyorum verdiğim karar için. Herşey umarım umarım yolunda gider. Tabii evde oturmayı düşünmüyorum, başladım bile coşkuyla aramalara.

Pazartesi yine koşturmaca başlıyor. Yarın da bir arkadaşımın nikah şahidi olacağım. Aslında yabancı eşinin Türkiye'deki tek tanıdığı insan olduğum için, onun şahidi olacağım :P Çok heyecanlı ehehehe... Hala çantam yok koluma takacak bi nikaha yaa. Pırt.
All around me are familiar faces, worn out places, worn out faces. Bright and early for their daily races, going nowhere, going nowhere. And their tears are filling up their glasses, no expression, no expression. Hide my head, i want to drown my sorrow, no tomorrow, no tomorrow. I find it hard to tell you, cause i find it hard to take, when people run in circles, it's a very very... Mad world.
Şu yazıya comment yazacaktım, çok uzun oldu, konu dağıldı. Bloga taştım:

http://aslicin.blogspot.com/2009/09/siz-siz-olun-yunus-gosterilerine.html


http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=12196335

Yunusların bu şekilde yakalandıklarını ve böyle acılar çektiklerini hiç tahmin etmemiştim. Salak mıydım?! Bunu nasıl düşünememiştim! Nasıl o havuzlarda mutlu olabilirlerdi ve ben nasıl onlarla yüzmeyi hayal edebilirdim. Gerizekalılık!!! İyi ki okumuşum Aslı'nın Günlüğü'ne yazdığı bu yazıyı... Böyle aptallıklarım arada oluyor, eve ördek alıp bir gün sonra üzülüp geri vermek ve fillerle gezmek istemek gibi..

Savaş Karakaş'ın verdiği bu röportaj, sonra onunla ilgili başka bir anıyı getirdi aklıma:

Geçen Kasım'daki tatilim sırasında çok tatlı bir bayanla tanıştım. Kendisi çocuk kitapları yazarı ve aynı zamanda o kitapların illustrasyonlarını yapıyor (Elizabeth Stanley). Seneler önce bizim sokaklarda dansettirilen ayıları duyup taa Avustralya'dan gelmiş, İstanbul'da artık bulunmadıklarını Bursa'ya rehabilitasyona alındıklarını duyup yol iz bilmeden yaşlı annesi ve bebek kızıyla araba kullanarak Bursa'ya ayıları gözlemlemeye gitmiş. (Başlı başına aktarılması gereken bir macera, öyle detaylar var ki..)

Ülkesine döndüğünde bu ayılar hakkında da harika bir çocuk kitabı yazmış Elizabeth, kitap umut ve özgürlük adına verilen savaş ile ilgili. Avustralya'da ödül almış bir kitap ve çocuklara öğretilmesi gereken ama hep atlanan bu evrensel değerleri içeriyor.

İşte gezi sırasında bu tatlı bayan bana Türk bir beyin kitabını filme-belgesele çekmek için onunla iletişime geçtiğini söyledi (ya da kitabı Türkçe bastırmak istiyordu, karıştırıyor olabilirim), ismi de Savaş Karakaş dedi. Gelibolu belgesellerini de duymuştum. Çok sevindim. Taa Avustralya'da çıkmış bu kitabı bulup, yazarına "Bunu mutlaka Türk çocuklarına da okutmalıyız" diyordu Savaş Karakaş. Birileri gerçekten bunu önemsiyordu ülkemizde... Birileri birşeyleri önemsiyordu.

Şimdi gösteri yunuslarıyla ilgili böyle net ve bilgilendirici bir röportajın altında da onun ismini görünce bu kısa anektodu sizlerle paylaşmak istedim. Umarım bir projenin gizliliğine engel olmamışımdır?!?

Kitabın minik bir önsözü var ve şöyle:
"The Deliverance of Dancing Bears is a contemporary fable about a dancing bear, whose dreams of freedom keep her spirit alive despite the pain and degration of her existence. Into this setting comes a noble-minded peasent who liberates the bear and reminds onlookers that the dignity of all living creatures must be respected.

This is a book for young philosophers emerging awareness of the complexity of life is leading them to consider some of its great universals: good and evil, power and impotence, freedom and captivity. The story begins with the power of hope and ends with the challange of liberation."

Yorucu ve duygusal olarak yüklü bir günü de bu konuyla kapatalım. Önemli şeyler oldu hayatımda ama şimdi bahsetmenin zamanı değil. Henüz...
Sevgili okuyucu,

İşte üşenmeyip gelinlik yazısının devamını yazacağım o an geldi! Özellikle de Özgür Anne için... Ancak Cuma'nın çekiciliğine kapılıp evde bir kadeh şarapı lüpletmiş bulunuyorum. O yüzden başı sonu toplayabilirsek ne ala!

Demin de Nil Karaibrahimgil'in twitter'ında günde bir büyük kadeh şarap içen kadınların meme kanseri oranını 5'te 1 artırdıklarını öğrendim. Kadının twitter'ına hepimiz adına saydırdım, hiç merak etmeyin!!! (twitter'da sen istediğin kadar saydır, gören olmuyor)

Dün akşam 3. provam vardı. Bayram öncesi yaptığımız 2. prova tam 2 saat sürmüştü. Neden o kadar uzun sürdü bilmiyorum!!! Yani yukarıdan aşağıda her bir detayı sordum, insan evladı gibi. Zaten gözümde canlandırmakta zorlanıyorum. O da iğneleyip, fotodaki modele bakıp falan üzerimde oluşturdu sağolsun. O = Süper sabırlı, genç ve hoşsohbet gelinlikçim. Daha ben bu insanın sabrının taşma sınırlarını uzaktan da olsa göremedim. Öyle uçsuz bucaksız. Hani yorgunluk, püfürdeme, onu da denemeyelim, ters bir bakış, duraklama... Hiç biri yok!!! Zorladığımdan da değil ama, soru soruyorum netekim mühendis insanız. Sormadan durulmuyor. (Nasıl da bağlarım)

(Pek anlaşılmıyor ama bel ve biraz aşağısı oturuyor. Arkada ufak açılan kuyruk gibi bişey var. Askılar tülden ama şekli daha düzgün yaptık son provada)

2. provanın sonunda ben hala "Bu etek nasıl olacak tam emin olamadım" derken, sevgili görümcem yerlerde uzanıyordu yorgunluktan. Ki kendisi genç, enerjik ve moda denen canavarın gözünün içine bakıp da oradan sağ kurtulabilmiş biridir.

Bir konuyu sonuçlandırana kadar durmaksızın çözüm araştırabileceğimi gören gelinlikçim, dünkü provayı kısa tuttu. Kalıbı tamamlamıştı. Bunun üzerine tülleri, süslemesini falan koymadan önce, onay aldı benden. Tülleri ve benim için işledikleri aplikleri iğneledik yine üzerimde. Bir sonraki prova için de üst kısmı bitirmeyi hedeflediğini, eteğe birlikte onu görerek karar vermemizin daha hoş olacağını söyledi. Bana uygun olan da buydu, görebilmek...

(Tül, drapeler şeklinde gövdeyi sarıyor. Üzerine gümüş işlemeleri olan dantel parçaları aplik yapılacak. Benim için işlenen danteller bunlar değil ama buna benziyor...Göğüs çizgisi daha derli toplu oldu son prova itibariyle.)

Evet gelinlik diktirmek zormuş. Hazır bir modelin vereceği güven hissine ihtiyaç duydum arada. Sizinle 2. provada çektiğimiz sırttan ve önden görünümleri paylaşıyorum. Ama 3. provadaki hali bundan kat be kat güzeldi. Ayrıca koca bir top tül üzerimde iğnelendiği için fotoğraflarda çok fazla karmaşa var ama, bir fikir vereceğini düşünüyorum. Kumaşı ekru seçtik. Tülleri kırık beyaz. Çünkü tamamiyle ekru, bir noktada özellikle de loş fotoğraflarda sarı gibi görünüyor. Benim istemediğim de vintage gibi görünen, sarı ağırlıklı bir gelinlikti. Ekrunun üzerine kırık beyaz yani inci beyazı tül yapınca, ikisinin ortası bir renk oldu. İğrenç cep telefonu fotoğraf makinası tabii ki bunu yakalayamadı. Muhtemelen optik beyaz bir görüntü vardır yüklediğim fotolarda. Danteller beyaz ve gümüş rengi işlenecek, böylece işlemenin olduğu yerler karanlıkta bile pırıldayacak (yihu). Sarımsı danteller yine Osmanlı tarzı bir hava veriyordu, eledim.

Hepinize iyi haftasonları diliyorum! Melekler Korusun'u izleyinnn! (Tüm evinden uzakta okumaya çalışan kızlara ve annelerine adanmış çünkü...Ya da böyle birşeydi işte.)

Mudanya'da annemlerin yanındaydım.

Kardeşimin askerliğini bitirmesi de başka bir neşe kaynağıydı evimiz için. Tekrar birarada olmak. Süper bişey.

Baklavanın dibine vurdum. Hiç yapacağım iş değildir. Gelinliğe sığma stresi, baklavaları daha bir çekici yaptı gözümde. Favorim; acımadan yazıyorum, Hacıbey.

Gözlüğümün sapını kırdım. Lense zorunlu geçiş yaptım.

Babannemin ne kadar yaşlandığını idrak edemediğimi farkettim. Gözümde hala çocukluğumdaki kadınmış gibi. Unutkanlığından bahsedenlere sinirleniyorum. Öyle birşey yok, bana göre. Anlayamadım neden.

2 gece boyunca kardeşimin eski desktop bilgisayarını ayağa kaldırmak için uğraştım. Gündüz bayram ziyareti, gece çöktüm kasanın tepesine.

Hayatımın en keyifli dumur anlarından birini yaşadım: Gecenin 1.30'unda "Bu hard diskte mi problem var anlayamıyorum ki... Keşke yedek bir hard disk olsaydı şimdi, test ederdim" diye yüksek sesle söylenirken,o saatte annem bir kenardan bana 10 gb'lik taş gibi hard diski çıkarıverdi!!! "Eski bilgisayarını atarken belki özel bilgilerin başkalarının eline geçer diye saklamıştım" şeklinde bir açıklama yaparak dumurumu katmerledi. Yanaklarını hömdüm de ne hömdüm.

O hard diski bulma anımız da evlere şenlikti: Elinde floppy disk drive, balkondaki zuladan çıkarmış, "bu mu?" diyor. "Yoook" diyorum. 52x cd okuyucu, "bu mu?" diyor. "Aaa du bakayım, tüh bu da değilmiş" diyorum. Sonra bir cd okuyucu + yazıcı daha veriyor, "Anne bunların hepsini sakladın mı???" diyorum. "Valla hangisi hard disk bilemedim, hepsini sakladım" diyor!!!

Annemin aldığı yesyeni cicilerime baktım. Yeni düdüklü tencerem ve blenderımla, mutfağı kelimenin tam anlamıyla savaş alanına çevirmeye hazırım!!!

Doğumunu bile bildiğim bir akrabamızın oğlunu, yıllar sonra ilk kez gördüm. Boyuna posuna tipine inanamadım. Üniversiteye kayıt yaptırmış, çok tatlı bir delikanlı olmuş. Hala kendimi neden bir gıdım dahi büyümüş hissetmediğimi anlayamıyorum!!! Annemler bana, eşimin ailesinin ona yaptığı gibi bebek muamelesi de çekmiyorlar ki...

Son cümleyi tekrar okuyunuz. Ve bunun üzerine yazılacak paragrafı kendi kafanızda oluşturunuz.

Bayramın ilk günü muhtemelen üçgenin verdiği tansiyon + yine gidiyor bu adam bir rahatça başbaşa kalamadık hasret gideremedik bari şiddetli tartışarak temas edelim çıkışımın stresiyle ağzımda nahoş bir tat bıraktı.

Babannem yine bana harçlık verdi. Hayret ve itiraz ediyorum ama öyle tatlı bir koruma hissi oluşturuyor ki bu bende, bir noktada yan cebime atıyorum.

Dönüşte feribotta zilyon tane çocuk vardı. Her boyundan. Bebekler ağırlıklı. Algıda mı seçicilik oluştu, doğum oranları mı arttı; bunu düşünürken uyuyakalmışım. Toplu çocuk çığlığı ile uyandım. Algıda seçicilik oluşması durumu hafiften beni yusuflattı. Vücut saatim bir süreliğine ileri gitmese iyi olurdu.

Babam çok yakışıklı. Kusura bakmayın ama en yakışıklısı benimki.

Feribotta arkamda dikilen adamın dediği gibi; bir tatilin daha sonuna geldik. Bir gün daha bitti. Yarın iş var.

Umarım hepiniz çok çok güzel bayramlar geçirmişsinizdir. Geçmiş bayramınız kutlu olsun!
Bütün gün gelinlik düşündüm. Dün 2. provam vardı. Bir sürü detay konuşmak, sormak, anlamak veya istemek durumunda kaldım. Hala %100 tatmin olmadım. Şu saatte kalk gidelim deseniz, elimde bir kutu atıştırmalık ile yine gelinlikçinin kapısını çalabilirim. Bir bridezilla'ya dönüşeceğimi kim tahmin ederdi ki?!

Bu aralar gelinlik konumun bayağı reyting aldığının farkındayım eheh. Bekleyin okuyucular, size istediğiniz detayı vereceğim. Ancak şu an, bir gram daha gelinlik düşünecek durumum kalmadı. Bütün gün düşündüm diyorum ya, şaka mı bu...

Oturdum, BBC Prime'da Model Gardens izliyorum. Zihnimi bu kadar konudan-gündemden uzaklaştıracak bir program bulabildiğim için evde sevinç göbeği attım. Hastayım bu programa. Hastayım bu kanala! Uykum yoksa uykuya geçmemi, kafam çerçöp ile doluysa bir süreliğine unutmamı, haberlerden nefret ettiysem kendimi sanki uzayda başka mutlu ve ideal bir gezegendeymişim gibi hissetmemi sağlıyor. Keyiften çatlıycam şimdi.

A-ha! Weakest Link de başlıyor. Anaa, 95,5 yaşında bir amca yarışıyor. Süper laflar edicek Anne (Robinson) , ben kaçar.
Sevgili Poppy Jane,

Sen şimdi muhtemelen derin uykunun bir yerlerindesin. Fethiye'de mışıl mışıl. Seni tanımadan ne de çok sevdim, bilesin. Bu turdaki minik çiçeğimiz oldun.

İsmin en sevdiğim çiçeğin adı zaten. O bakımdan eşim yani sizin rehberiniz bana senden bahsedince ilk, hemen kanım ısındı. 2.5 yaşında olup ailenle geziyor olman ne kadar eğlenceli! Ülkemizi bir daha hiç göremeyeceğin bir gözle geziyor olman: Duydum ki Nevşehir'de herkesin eğilerek sürünerek geçtiği yeraltı şehirlerindeki tünellerden sen rahatlıkla yürüyerek geçebilmiş, üzerine de "Vay be, tam da bana göre yapmışlar" yorumunu getirmişsin.

Buralar çok fenaydı siz gezerken. Küçücük çocuklar sulara kapıldılar, başlarına hiç duymanı istemeyeceğim şeyler geldi. Zaten sular gelmeden önce de bu ülkede hayat çocuklar için çok zordu. Biz büyükler bütün bunlara bir şekilde sebep olduğumuzu hissedip, derin acılar çektik; engelleyemediğimiz, yardım edemediğimiz ya da sorumlularını cezalandıramadığımız için. Sana bunları anlatırken dahi sinirimden başım ağrıyor.

Daha fazla konuşup uykunu kaçırmak istemem. Senin umarsız neşen, bütün bunlar olup biterken bambaşka bir dünyadan hayatımıza sızan bir ışık gibiydi, sanki fantastik bi kitaptaki bir karakterin varlığı gibi... Taşa takılıp düşecekken "Ay gördünüz mü, neredeyse düşüyordum" diye gülmen, eşimi uzaktan görünce yanına koşturup "Selam Turk" demen ya da benimle telefonda konuşmaya utanıp kaçman anlatıp anlatıp bitiremediğimiz ayrıntılardan.

Dileğim odur ki; bu mutluluğun, merakın ve keyfin hiç bitmesin. Hayat boyu böyle gez, gör ve öğren, tadını çıkar. Umarım bir gün bir yerlerde (yine) karşılaşırız. Şarjım bitiyor şimdi, öperim gözlerinden. Have a safe trip, hun!
Lord GaneshaAmanın mimlendim :D Öykücü beni mimlemiş. Önce kendi mimlerimi yazayım. Yalnız bu insanların daha önceden mimlenip mimlenmediklerini, hatta mimlenmeleri umurlarında mı bilmiyorum. Ve hatta benimle onları mimlediğim için 300 yıl kadar dalga geçecek kişiler olabilir aralarında, ama bence ilginçler napim mimlendiler. Daha fazla mim kelimesi yazabileceğimi sanmıyorum bu paragrafta... Oh mim.

1. FreeSpirit. Tahminen çok havalı ve gerçekten ilginç şeyler yazacak ve beni "Allah kahretsin ben bunları neden düşünmedim" hissiyle başbaşa bırakacak.

2. A Tour Leader's Life. Eşimin 3 gün içinde hevesini alıp bıraktığı blogu. Ben çok seviyordum halbüki, faydalı ve ilginç bilgileri almaya da yeni başlamıştık. Ah bi de yazım hatalarına göz atıverse üşenmeyip.

3. Çömez Bahçeciler. Bu çift güzelim bir bahçeye sıfırdan başlayarak deneye yanıla hayat vermeye çalışıyorlar. Kimilerine göre de google'dan arayıp buldukları fotoları koyuyorlar bloglarına, bahçede öyle birşey yok :)

4. Anne ve Bebişi. 350bininci kez mimlenmişsindir canım. Ama sevgili arkadaşımın hamilelik ve doğum maceralarını izlemek çok ilginç oldu, hem de hepsi 2 günde! Hergün düzenli uğradığım blogun sahibisin.

5. Ailenizin Bilim İnsanları Mağaradan Bildiriyor. BUMAK tayfasının gezilerini kaydettikleri bir blog. İnşallah onları mimlediğimi görmezler, koca BUMAK'a rezil olurum vallahi. Ama burda hep iyi niyetten şey oluyor, istiyorum ki görülsün gözden kaçmasın bu güzel blog. Neyse, google indeksleyene kadar bu yazıyı, rahatım demektir. Sonrasına bakarız.

6. Happily Ever After. Nette gelinlik ararken denk geldim ve ne yalan söyliyim, gayet faydalandım. İlginç olan kısmı, azmi bence.

7. Hastalardan Öğrendiklerim. Vallahi bayıla bayıla okuyorum.

Bunlar da benle ilgili olan kısmı:

1. İhtiyaçtan yazan biriyim. Genellikle duygusal ihtiyaçtan, kendimi ifade etme ihtiyacından. Düzenli yazmakta sıkıntı çekmemin sebebi de budur. Düzenli yazmaya çalışırken ilk başta yavan yazılar çıkacaktır şeklindeki kabulümün sebebi de... Yazılarımın birşey aktarmaktan ziyade çok kişisel olmasının sebebi de.

2. Bana sorarsanız bu platformda şu ana kadar yazdığım en iyi yazılarım, göndermediklerim. İçerde, sadece tek başlıkla kendini ifade eden ya da kilometrelerce uzamış, bir sürü yazı birikti. Gönderemiyorum. Dediğim gibi ihtiyaçtan yazıldıklarından, o an benim bencilce kendimi ifade etme hedefime yönelik oluyorlar. Sonra birilerini kırabilirim diye göndermeye cesaret edemiyorum. Mahremiyetimle ilgili sınırımı nereye koyacağıma da henüz karar veremedim. Gönderdiğim yazılarda da çok ağır otosansür uyguluyorum halen. Buna rağmen yazdıklarım samimidir. Küfür etmeden düzgün konuşmaya çalışmak gibi benimkisi...

3. Evet ilk 2 madde hiç de ilginç olmadığından, elimdeki tüm silahları koyuyorum masaya:

Birisinin dikkatli ve konsantre olmuş bir şekilde masa başında bir iş yapması, yazı yazması ve düşünmesi özellikle, beni hipnotize eder. Nası diyim, köpekbalığını ters çevirirsiniz ve kıpırdayamaz ya, ben de oradan ayrılamam. Öyle keyif alırım ki bundan, annemin bana hamileyken çok fazla sınav kağıdı okuyup beni bu hormonlara fazlasıyla buladığını, o yüzden anne rahmindeki kadar mutlu olduğumu düşünmeye başladım son senelerde.

4. 30 yaşıma basmadan önce yapmak için kendime koyduğum hedefim (hayır evlenmek değildi :P) piyano öğrenmeye başlamak. Sadece başlamak yeterli, yani büyük bir hedef koymadım, neleri çalmak istediğim tabii ki var kafamda ancak şimdilik derslere başlayıp bir görmeyi düşünüyorum. Hani olur ya, belki de sevmem. (Ancak eşimin kesinlikle katıldığım "evimizde piyano olmalı" görüşünden sonra, öğrenmek için daha bir heveslenir oldum. Çünkü çocuğuna birkaç ninni veya şarkı çalabilen bir anne olmak isterim şahsen.) Azimliyim, kursa kayıt olsam bile, önümüzdeki Aralık ayından önce bunu yapmış olmam lazım! Aralık'ta anne olmuyorum da, 30 oluyorum :)

5. Çay bağımlısıyım(tein?). Sabah bir bardak çay içmezsem, algım kesinlikle açılmaz, baş ağrısından ölürüm. Bazen farketmeyip günü çaysız ortalıyorum, "yahu bende bugün bi salaklık, bi ayarsızlık var" diyorum. Sonra farkediyorum çay içmemişim.

6. En uçuk, saçma, düşünmekten ve anlatmaktan keyif aldığım hayalim: Bir fil sahibi olmak. Sahil kasabasında veya koyda veya köyde yaşamaya başladığımız günlerden bir gün,tercihen koy olsun evet, eşim bana bir fil alıyor. Hediye tabii ki. İşte mesela ben sabah fille evden çıkıyorum, tepesindeyim, öğlene kadar pazara varıyoruz. Yolda verdiğimiz zarar ziyan filan bunların hepsini resmedin artık. Sonra pazarda da bi güzel ortalığı patırtı kaplıyor. Ama olsun, ben herşeyi hallediyorum. Alışverişimi de yapıp sevgili filime biniyor, köyüme doğru yola çıkıyorum. Akşama doğru evime varıyorum. Yavaaaş yavaş. Aheste aheste... Evimde o yüzden (bereket, uğur konularıyla ilgisi yok) çok çeşitli fil nesneleri birikmeye başladı. Kardeşimin Hindistan'dan getirdiği Lord Ganesha figürlerinden tutun, eşimin antikacılardan topladığı minik aksesuarlara kadar. Çok güzel 2 tane Hindistan'dan gelme filli tşörtüm var. Birini Mısır'da Abu Simbel Tapınağı'nı gezerken giymiştim. Önünde fil önden, arkasında da arkadan görünüyor. Hangi memleketli olduğunu bilmediğim bir kadın beni çevirip, tşörtümün önüne de arkasına da bakmış ve bayıldığını söylemişti. Ve hatta eşim gönlümü, henüz flört ederken "Filler çok kadim hayvanlar" dediği için daha bir fethetmişti.

7. Üzgünüm, blog dünyasındaki normal kavramını henüz idrak edemedim. İlginç olarak yazdığım şeylerin ilginç olmadığının da farkındayım. İdare edeceksiniz bunlarla artık. Evet,ne yazsam. Haah tıbbi ilginçlik!!! Yaşlı başlı teyze olmadan anlatıp tıbbi ilginçliklerin tadını çıkarmak istiyorum şahsen: Bir gün bilgisayarda çok hızlı(!) birşeyler yazarken, bir yandan da sakız çiğnerken alt dudağımı yanlışlıkla ısırdım. Isırış o ısırış. Vampir oldum :P Neyse, oradaki mikroskobik tükürük bezi kanallarından birine zarar vermişim. Dudağımın içi, acıktığımda bir şişiyor yumru yapıyor, sonra yavaşça iniyordu. Çünkü tükürük oradan boşalamıyordu. Sonra hiç inmemeye başladı, yaklaşık 1 hafta sonra falan, orada gitgide sertleşen minik bir leblebi düşünün, bir beze oldu. Keyifle konuşamaz, yemek yiyemez ve gülemez oldum. Cildiyeci bazı gerzekler bunun düzelemeyeceğini söylediler. Annemin arkadaşı kulak burun boğazcı amca direk ameliyatla aldı. Bir daha tekrarlamadı. Çok tuhaf birşeydi.

Bu mim teknolojisinin kuralı nedir bilmiyorum ama, eksik birşey yapmadım umarım. Çok eğlenceliydi, teşekkür ederim Öykücü! Haydi fırtına başlasın! (Aman sel olmasın!!!)
Sabah kalktım, birkaç iş yapsam iyi olur aslında ev için vs dedim. Aman Allaahım, meğer yapılacak ne kadar çok şey varmış!!!

Önce Jotun'a uğradım, beleş keşif yapıyorlarmış, onu ayarladım. Yani eve gelip duvarların durumuna vs bakarak boya önerisinde bulunuyorlar, astar lazım mı falan söylüyorlar. Aslında bizim boyacı iyidir, bunu o da yapar. Ancak benim derdim, bana renk önermeleri. Halen kırmızı çalışma odası nasıl yapılır, bulamıyorum.

Sonra bizim boyacı amcayı aradım. Mırın kırın etti. Hani birkaç ay sonra hazır olurdunuz dedi. Ben de elimize biraz para geçti, hemen kapılara gömdük, siz de gelin size de gömelim, diyemedim tabi. 6'da gelicem dedi. Sanırım fiyat verecek. Sonra da bayramdan önce başlayacak (umarım).

Sonra yatakçıya uğradım. Yatak başını, bazayı ve yatak süngerini netleştirdim. Aslında bunları sevgilimle geçen hafta seçmiştik, ama fiyat ve kaplaması belli değildi. Şimdi unutmadan telefon edip siparişimi kesinleştirmem lazım.

Sonra kayınvalidemi aradım. Sevgilimin demesi, gelinliği onlar alacakmış. Ve ben geç kalma sınırındayım. Bir gelinlikçi var, pahalı. Ama nedense kadına da güvendim. Of ki ne of. Elif muhtemelen ilk kez buradan okuyacaksın ama, ben yengeden vazgeçmek üzereyim. Neden: Kuzenlerinde gördüğüm gelinlikler çok güzel, temiz dikilmiş vs ama nedense, dümdüz elbise gibiler. Yani, senin gelinliğini de hatırlıyorum Ebru'nunkini de, bende hep "vaaay çok güzel" hissi uyandırmışlardı. Ama neden şimdi fotolara bakınca çok söndü bu hissim anlayamıyorum Eliiif!!! Neyse sen takılmazsın kimde diktirdiğime. Merak etme, yengeye arayıp söylicem her bişey netleşince...

Hala modelde karar kılamadım. Şu blogu kaç kişi okuyor, pek azdır eminim ama. Okuyanlar fikirlerini beyan ederse çok hoş olur. Efendim, yüklediğim şu fotodaki askıları tülden olan modelle bunun straplesi arasında kaldım ben. Fotoğraftaki gibi sade değil de biraz daha pompiş bir etek, biraz da gövdesinde pırıltı düşünün.

Şimdi.. Bilen bilir, bende sırt desen kilometrelerce. Övüntü değil, plajda mütamediyen yüzücü müsünüz sorularına maruz kalırım. Sırtımı degajemi severim. Gene de bas bas göstermektense genelde parça parça göstermeyi severim :P O kadar büyük ki :PPP Neyse, bu görmüş olduğunuz gelinlikteki askılar acayip buğulu bir görüntü yaratıyor. Eh, bizim de Ekim sonu düğünmeyşın. Biraz kış temalarına dönmekte sakınca da olmaz. Ama gene de, acaba bu askılar yüzümün etrafında, gereksiz kalabalık bir görüntü oluşturur mu bilemedim.

Bu kararı vermem için son 2 gün. O yüzden yorum yazsanız ne tatlı olur. Belki aklıma gelmeyen birşey söylersiniz. Gene cumartesi günü başlayan yazım sürecimi bugün sonlandırdım. Artık kusuruma bakmayın..
Yarın 1 haftalık eşim olacak beyefendiye telefonda gıcırdadım az önce. Uzaktayız, işi icabı. İlgi isterim de falan dedim.

Şimdi sevdiğimiz dizinin yarın tvde yayınlanacağını görmüş bulunuyorum, yeni bölüm. Hemen aramak için deliriyorum?! Evlilik böyle birşey mi?

Uykusuz kapkalın çıkmış. Neresinden başlasam bilemedim. Önce bildiklerimi sonra yeni köşeleri okumaya karar verdim. Sonra okurken kararımı bozdum. Umut Sarıkaya'nın köşesine gelince eşimi andım yine. Tuvalette derginin cılkı çıkana kadar okunacağını düşünüp güldüm.

Zamanlamamız ve evdeki olan bitenler yüzünden, romantizm en sona kaldı bu aralar. Evlendikten 2 gün sonra gitti, balayımız zaten düğünden sonra, düğüne 2 ay var, evde işler dizboyu, nikahtan sonra hiç başbaşa da kalamadık, işimde bir sürü aksiyon var, devamlı arayıp bunlardan bahsederek zaten beynini yiyorum, günde 5 posta haber geçiyorum falan da filan.

Canım aşkım romantizm arka sıralarda kalsa da bugünlerde, şunu bilmeni isterim(bunu yazmak çok tuhaf birşey mi?!): En sevdiğim arkadaşımsın! Kucağında mıkırdanmayı, birlikte yemek yapmayı, birlikte temizlik yapmayı, maç izlemeyi, Hussain Bolt'u izlerken yemek yemeği, evladımız Hussain Bolt gibi olursa her koşusuna birlikte gideceğimizi düşünmeyi, Uykusuz'u önce sen alırsan sıramı beklemeyi, networkte oyun oynayıp devamlı sana yenilmeyi ve buna delicesine sinir olmayı, seninle The Closer izlemeyi, sen yokken izlememeyi, yemek yaparken sana habire laf sokmayı ama yaptığın yemek benimkilerden bin kat güzel olunca o lafların hepsini geri yutmayı, koridorda yaptığın o acayip şeyi :) çok seviyorum. Seninle yaşamayı çok seviyorum.

Hadi gel artık da, romantizmimizi de besleyelim. Bu arada aşkım, kuralar çekildi sana Galatasaray'ın rakiplerini attım ama, sen gene yoğunluktan bana dönemedin sanırım. Gözlerinden öperim.


Not: Yazının başı dün gece yazılıp sonu bugün getirildi :P Bütün yazı bu zaman akışına göre düzeltilmedi :)
Kendi işaretimi koymalıydım. Bu süreçte, kontrolün elimden kayıp gitmesini izledim aylarca. Sesimi çıkarmadım, herkesin isteklerini kabul ettim. Bu bende telaşa da yol açtı. Ben bunu mu istiyorum, diye kendimi sık sık sorguladım. Çoğunda da aynaya bakıp hayır cevabını aldım. Ama müdahale edemiyordum. Soranlara naapalım öyle istiyorlar, diyerek boyun büküyordum.

Sonunda sanırım bilinçaltım ve bir şekilde bilinçüstüm, bir yandan da sevgilimin destekleriyle, işe el koydum. Aileler de hayır demedi, çünkü kimse onların düğünlerini ellerinden almıyordu. Diğer programlar tam gaz devam, ama işte ben de koydum izimi, parmak izimi. Evet, Guns'n Roses "Sweet Child O'Mine" çalamadı biz yürürken. O benim hatam, cd'ye çekmeyi unutmuşum. Yine de çocuklarımıza anlatabileceğimiz bir nikah öykümüz var artık! Pazartesi başvurduk, Cuma günü evlendik! Krem elbisem, minik buketim, keten pantolonlu sevgilim ve Kadıköy'de ışıl ışıl bir günde nikahımızla, hep hayal ettiğim gibiydik! Beyaz Mini Cooper gelin arabamız oldu. 3 günde çok tatlı bir bayan olan Gözdem Hanım'la nikah şekerlerimizi ayarladık. Birkaç gün içinde sadece soft kopyası olan davetiyemizi "e-mailledik". Nikah çıkışı 15 kişi Moda Teras'a gittik ve enfes bir deniz manzarası eşliğinde, sakin sakin yemeklerimizi yedik. İçtik. Güldük.

Bu da benim izim! Sevgili annelerim ve babalarım, üzgünüm ama benim de bir parçam olmalıydı artık kendi evliliğimde! Annecim, sana da gol atmış gibi oldum ama merak etme, seni de mutlu etmek için bir yol bulacağım. Ki zaten, bunu da ilerde yazıyı okur da konuyu yanlış hatırlarım diye not ediyorum, sen destekledin beni nikahını önceden yapabilirsin bir sakınca yoktur şeklinde.

Öyleyse diğer detaylar için izlemeye devam edeceksiniz. Zira bugünlük yazabileceğim de bu kadardır!
Heyecanı artırmak için küçük parçalar halinde vermeye devam ediyorum olan biteni :D Evlenmek aslında çok kolay birşeymiş. 4 günde halledilebiliyormuş. Pazartesi sabahı sevgiliyle uyanıp, hadi evlenelim demek; o gün başvurup Cuma evlenmek pek tatlıymış. Balayına gitmemek gıcık birşeymiş, balayı olarak Caddebostan'a yürüyüş yapmak da fena değilmiş. Devamı geliyoooor! :D
Hafta koşturmaca içinde geçti. Detayları vereceğim. Nikah başvurusu, nikah şekeri ayarlama, kıyafet alma, el çiçeği vs... Hepsini 4 günde hallettik. Pazartesi sabahı gün aldık... Evet detaylar daha sonra...
Anne hamamböceğine,
Az önce tam 8 yavrunu öldürdüm. O kadar miniklerdi ki, sizin sülaleden olmalarını anlamam zor oldu. Ama çok tatlılar, şimdiden sana benziyorlar: Uzaktan beni farkedince o minicik bacaklarıyla çılgınca kaçmaya çalışıyorlar. Yaklaştığımda ise sinip hareketsiz kalarak görünmeyeceklerini sanıyorlar. Oradan anladım, tam kendine yakışır çocuklar yapmışsın.

Ha bu arada, geçen hafta içinde de en az 10-15 tanesini katletmişimdir. Hepsi için üzgünüm... demek isterdim. Ancak büyüyüp sana benzeyecekleri günden dehşetle korktuğumdan, ayağımdaki zafer terliğimle evi tarayıp salak olanlarını her daim avlıyorum.

Ancak birazcık aklı olanlar... İşte onlar benim korkum. Kimbilir aşağıda, içerde, yukarda, yanda.. Daha kimbilir kaç tane var sizden. Hızla büyütüyorsun onları, tebrik ederim. Ben de bu hıza uyum sağlamaya çalışıp, her gece eve geldiğimde sizinkiler eşşek kadar olmadan, üremeye başlamadan yoketmeye çalışıyorum.

Kendiniz nerelerdesiniz sahi? Sen ve nükleer santralde yetişmiş diğer akranların. Çok merak ediyorum. Üşenip 2 ekmek 1 maltepe almaya hep veletleri gönderiyorsunuz. Daha da semiz olamayacağınıza göre... Dünyayı falan mı ele geçirmeye çalışıyorsunuz şu aralar?

Seninle meydan savaşım sürecek. Bu sırada tek olduğumu ve senden iğrendiğimi de hesaba katarsan çok memnun olurum. Haydi eyvallah!

Not: Evet, elektromanyetik dalga yayan böcek kovucu zottirik işe yaramadı.
Sinirliyim. Yorgunum. Üzgünüm.

Müstakbel eşimin sevgili dostu Nancy'nin arkadaşları Türkiye'de. Turlarının finalinde onları güzel bir yemeğe götürecektim. Mezeler, kebap, rakı. Format bu. Rezervasyon her birşey tamam. Ben de değil, E. yaptı uzaktan. Ne sipariş edeceğim, neyi nasıl servis edecekler, hepsini öğrendim.

Bir de tabii, Nancy'nin hatırı var. Küçük hediyeler hazırladım. Son dakikaya bırakılmış olsa da, 2şer yazma, ahşap bir tarak ve minik desenli hap kutuları gibi kutulardan birer hediye paketi. Nancy'e de var bi tane. Paketi yaparken gören biri, bunların söz veya nişan zamanı ailelerin birbirlerine gönderdiği hediyelere benzediğini söyledi. Tam istediğim havayı yakalamışım demek ki...

Eminönü Mısır Çarşısı önünde buluşulacak. Yemekler yenecek. Acaba ne sohbetler edilecek. Merak içerisindeyim, belki de çok güzel geçecek...

Ekildim. Tam 50 dakika (erken de gelmiştim) bekledim. Eğer bu akşam Yeni Camii'nin yan kapısı, Mısır Çarşısı ön kapısının baktığı meydanda ağaca dönmüş bir kızcağız gördüyseniz, o bendim. Sapsarı hırkamla görülmemem mümkün değil. Belki siz görmüşsünüzdür beni... Fotoğraf çekenlerin karelerine girmiş olabilirim yanlışlıkla. Eteğimin rüzgardan kafama geçmesine engel olmaya çalışmadığım sırada, beni kesen Türk erkeklerini yok saymakla meşguldüm zira.

Belki de beklerken bana hostel soran o iki Amerikalı kadının hayatını kurtarmak için orada bulunmam gerekiyordu. Bilemiyorum. Yazık oldu. Güzel içli köfteler, fındık lahmacunlar, gavurdağı ve diğer mezeler, mis gibi de kebapları kaçırdılar. B*k yiyin. Ben bu Cuma bunun acısını çok fena çıkaracağım, gövdemi kebaplara bandıracağım.
Şu an Kabak Vadisi'nde olmak istiyorum...

Fethiye'den yiyecek içecek son alışverişleri torba torba yapıp, sırt çantalarına tıkmak,

Sabahki dolmuşa yetişip o bir yanı ürkünç uçurum, bir yanı enfes dağ, uçurumun dibi turkuaz suları izleyerek ve yükseklik korkusu hafiften ısırmaktayken sevgilimle gülüşmek,

Kabak'a varınca dolmuştan inip, kendimi yol iz olmayan, sadece beyaz boyalı taşları izleyerek yuvarlana yuvarlana ineceğimiz yola vurmak,

Yolda Chris'e rastlamak, son havadisleri kısaca almak,

İniş sırasında ölesiye susamak ve Sultan'a gelince içilecek buz gibi bir bardak suyun hayalini kurmak,

Evimize varmak,


Azıcık eşyamızı ve marketten aldıklarımızı yataktan başka birşey olmayan bungalovumuzda bir taraf gardrop bir taraf buzdolabı olacak şekilde 3 dakikada dizebilmek,

Yavaşlamak için çaba harcamak gerektiğine şaşırmak,

Sultan Kamp'ın ennnnfes yemekler pişiren aşçısı Selda'ya inanamamak,

Her akşam yemekte Avustralyalı doğa parkı çalışanı bir çift ve Fransızca'dan başka bir dil konuşamayan ama herşeye gülümseyen çekirdek aileyle oturmak,

Onlarla 3 günde aile gibi olmak, sözleşmeden hep beraber oturmak,

Yemek sonrası tekila ve biradan kıyak kafalarla Aussie'lere hep güzel ülkemizden bahsettiğimizi görmek,

Bungalovumuzun verandasında Turan Abi'ye akşam yemeği öncesi tekila ikram etmek, gelen giden tipleri sormak,

Selda'nın yemeklerinden kafayı yemek,

Denizde yorulup kendimizi plajdaki taşlara vurmak,

Öğleden sonra bungalovun verandasındaki gölgeye minderleri atıp uykuya dalmak,

Çok sıcaklayınca Sultan Kamp'ın minik duru su havuzunda serinlemek,

Gene uyuklamak,

Uyanınca acıkıp nutellaya abanmak,

Hava az serinleyince Metin'in oraya gidip iki lafın belini kırmak,

Gece ay batarken manzaradan apışıp kalmak,

Telefonun çekmemesini umursamamak, bu alet neye yarardı diye bir yere atıp unutmak,

Selda'ya yemeklerden dolayı tapınmak,

Likya Yolu'ndan, eski uygarlıklardan, buraya eskiden zeytin toplamaya mevsimlik gelen insanlardan bahsetmek, bir gün Likya Yolu'nu baştan başa geçeceğimin hayalini kurmak,

Sahildeki taşların her birini elime alıp dokunma saplantısına sarmamaya çalışmak,


Gece gece tangır tungur müzik yaptığını sanan New Age özentilerini takmamak ve Fatih Türkmenoğlu'na yine yine hak vermek,

Vadiyi gezerken tuhaf bir şekilde orada tekmişiz ama yalnız değilmişiz hissini içime çekmek,

Bunların her birinde istisnasız E. ile olmak

istiyorum.... Onun hatırına şu aşağıdaki pozu yine vermek istiyorum.

Edit: Uçtu resimler. Tanınmayacak halde olsam da aman tikkat dediler.
Pek eğlenceli veya maceralı olmasa da, bu olayı çok anlatasım var:

Ofiste müdürümün odası benim masamın tam arkasındaydı. Sırtım dönük otururdum odasına. Camdan bir oda onunki de. Her konuşulan duyulurdu. Biz de defalarca uyarmıştık, önemli işlerinizi burada görüşmeyin diye, pek takmazdı. Gene de kendisi nazik, saygılı biridir.

Bir akşam mesaiye kalmıştım. Müdürlerden biri girdi odaya. Kapıyı kapattılar ve harala gürele konuşmaya başladılar. Belli ki bütün gün bu konuşmayı planlamışlar, herkesin gitmesini beklemişler. Ben sotedeyim, beni gören yok. Hepimizi teker teker çekiştirdiler. Sı.çıp sıvadılar resmen. Ne ara kademe yöneticilerimiz kaldı, ne biz. Ne kadar kötü çalıştığımızdan, ne kadar az çalıştığımızdan ne kadar beceriksiz olduğumuzdan. Coştular filan. Resmen bağırarak konuşmalarından, benim orada olduğumu bilmediklerini anladım.

Bir süre içinde çıkacaklardı. Zaten birkaç aydır devamlı fazla mesai istedikleri için onlara gıcık kapıyordum. Bu durumla yüzleşmek istemedim. Sinirimden yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissediyordum. Bir yandan da "Naber gö.tlekler" şeklinde onların konuşmalarına şahit olduğumu göstereceğim anın hayalini kuruyordum. Kararsız kalmıştım. Odadan çıktıkları an beni görecekler, gördüklerinde de olay patlak verecekti. Ne yapmalıydım...

Birden devasa kulaklıklarımı farkettim. Masada duruyorlardı, onları taktığımda pek birşey duymadığımı herkes bilirdi. Taktım, ancak konuşmaları dinlemeye devam etmek için de müzik açmadım. Birkaç dakika sonra odadan çıktılar. Benim orada oturduğumu gördüklerinde yüzlerindeki ifadeyi halen unutamam! Sakince yanıma geldiler ve birşeyler sordular: Kulaklık yüzünden duymadığımı işaret ettim, kulaklığı çıkardım. O kadar kaba ve abartılı konuşmuşlardı ki, diğer ekip arkadaşlarım bunları duysa herkesin siniri tepesine çıkardı. Haksızlık etmişlerdi. Ve onlar bu laflarını duymadığımdan emin olmak istiyorlardı. Hatta kulaklık varken hiçbir şey duymadığıma dair espri bile yaptılar, duymuyordum değil mi? En donuk ifademle, hayır duymuyorum dedim. Mesaiye kalmamla ilgili espriler yaptılar, kimse de görmemişti orada olduğumu. En başından beri buradaydım, sanırım siz beni görmediniz dedim. Sakinleştiler. Birkaç dakika sonra gelip duyup duymadığımdan emin olmak için -ne de olsa sinirli olurdum- biraz daha espri yaptılar. O halleri de gözümün önünden gitmez hiç...

Olay bu şekilde kapandı. Hakkında ileri geri konuşulan kişilere bu sözlerden bahsetmedim hiç. Kimi zaman içinde iş yerinden ayrıldı, kimi hala bizle. Bir gün anlatırım, nasılsa artık kimsenin canını yakmaz...
Thanks for pure fun, friendship and love! I'm like high or something...

http://www.break.com/index/jill-and-kevins-unexpected-wedding-entrance.html
Hiç abartmadan ve terbiyemi de takınmadan söyleyebilirim ki; Kadıköy şu an boka benziyor! Gene her yer kazılı muhabbetini bir kenara bırakıyorum: Kazılı olmayan yer var mı?

Karaköy İskelesi'nin önü, o devasa Marmaray istasyon inşaatı nedeniyle, yıllardır kazılı. Herşeyi öyle bir kapatıyor ki ne iskele ne deniz görünmüyor karşıdan. Hadi anladık proje büyük, getirisi büyük. Ama bu kadar mı çirkin kapatılır bir semtin göbeğindeki inşaat alanı.

Deniz Otobüsü iskelesinin arkasında sürüp duran, benzin istasyonu ile tramvay durağından sonra, sahile kadar olan koca alanı griye boyayan ve kapatan kazı alanına ne demeli?! Gene Marmaray'dır diye tahmin etsem de, hemmen arkasında adam 6 ayda 3500 katlı dev otel dikti (rezalet!!!) sen ne yapıyorsun kaç senedir diyesi geliyor insanın...

E peki Beşiktaş İskelesi'nin tam karşısında bulunan belediye binasının yan tarafında neler oluyor? Eski postane binasının hemen önü. Aylardır etrafı çevrelenmiş bir şekilde bekleyip duran ve içinde ne olduğunu anlamadığım bir zerzevat daha. Yine deniz görünmüyor, yine görünmüyor.

Hah o belediye binası var ya, işte onun diğer yanındaki otobüs duraklarına da dadanmışlar. Bahar aylarında Karaköy İskelesi'nin yanındaki dolmuş duraklarını eşeliyorlardı. Otobüs duraklarını da oraya aldılar. Şimdi onların eski yerini dev bir kazı alanı haline dönüştürmüşler. Ufak bir durak topluluğu ve boşluk (!) vardı hani, akbil doldurturduk eskiden, işte tam orası. Yani boş bi orası kalmıştı teknolojisi. Geceyarısı öyle bir gürültü ile çalışıyorlardı ki... Etraf batık, arkasındaki tramway durağı çevresindeki yollar asfaltlar, tam bir curcuna. Çirkinlik ötesi, sanki ufak çaplı bombalama olmuş.

Bahar aylarında durak yerlerinin değişmesi ile birlikte minibüsler de çirkinliklerine yaraşacak kadar uzak bir yere, uslu ve düzenli durmak şartı ile sürüldüler. Haydarpaşa'ya yakın bir taraftalar, aslında Haydarpaşa'nın etrafı biraz kendini toplasa istasyon binasını en güzel gören sote yerdeler. İşte, kime niyet kime kısmet, ben olsam oraya ne güzel sosyal & süslü alanlar yaparım, kimi dolmuş durağı yapıyor.

Ve fakat, tüy dikme anı ise şöyle oldu benim için: Haydarpaşa'ya yeni dolmuş yerlerine yürürken gördüm ki demin, künkleri dizmişler, dozerleri çalıştırmışlar, dolmuş durak diplerini gene eşeliyorlar. Daha 15 gün olmadı orası düzenleneli. Yarın gidicem, tüm Anadolu yakası nüfusu Kadıköy'e akmış olacak, bu işlerin hepsi ortada yatıyor, herkes birşeylerin üzerinden zıplayarak yaşamaya çalışıyor, çirkinlikten gözüm yorulacak.

Şimdi yanyana koyar ve sahili baştan başa zihnimizde yürürsek;
Deniz otobüsü iskelesi arkası kapalı, denize ait bir görüntü yok.
Hemen bunun yanı, Alkım kitabevinin önü kapalı, oradan da görünmüyor.
Yürüyoruz, belediye binasını geçiyoruz, binanın sağına bakıyoruz, kapalı, hayatta da deniz görünmüyor.
Devam ediyoruz, Karaköy İskelesi'ne doğru ilerliyoruz, Karaköy İskelesi'nin arkası - tiyatronun yanı- tamaaaaamen kapalı, net şantiye, deniz ya da su kelimeleri bu çevrede bilinmiyor.
Karaköy İskelesi'nin sağından devam ediyoruz, berbat çirkin çaycılar var, deniz yoook.
En sonunda çaycıları geçip deniz kırıntısına ulaşabildik.

Hayretler içerisinde buranın sonunun nasıl olacağını merak ediyorum. Yerel belediyelere olan güvensizliğim de saolsun, pek umut edemiyorum. Göreceğiz bakalım...

Not: Kadıköy'ün şu halini üşenmesem de fotoğraflasam..
Bunları iki hafta kadar önce annemlere E. ile gittiğimizde öğrendim. Çoğunu ilk defa duyduğumdan ve unutma ihtimalim yüzde yüzbir olduğundan buraya not ediyorum.

* Annem çalışır babam da çiftlik işleri ile uğraşırken (dedemin Amerikan rüyası), ben de babama takılırmışım.(Yaş 4-5 arası) Bazen mühendis odasındaki çaycıya beni bırakır, çoğunda da peşinde her yere götürürmüş. Hayvanlara yem almaya, aşı yapmaya, şehire hep birlikte gidermişiz. Anladım ki; kadın işi erkek işi demeden, burada kadınların işi ne demeden, yani ayrımı(!) bilmeden rüya gibi büyümem bu şekilde olmuş. Hala da ayrımı(!) idrak edemem, katiyetle...

* Bir gün yine mühendis odasının çaycısına emanet edilmişken, pantolonum gevşemiş sanırım. Annem mevzuyu, "Adamcağız pantolonu tutturacak birşey bulamamış heralde, ip bağlamış" diye anlatır.

* Çiftlikteki evde bir kere kaybolmuşum. Ömer Dedem'e beni bırakmışlar, yarım saatte gelip bir bakıyormuş. Evin dış kapısını açıp içeri sesleniyor, ses çıkmayınca da uyuyorum sanıyormuş. Sonra yolun oralarda beni ağlarken bulmuşlar.

* Bir tane çok güçlü boğamız varmış. Öyle bir hayvanmış ki, zincirlerle zor zaptederlermiş. Cins bir hayvan da olduğundan bir damızlık durumu da varmış herhalde, bilemiyorum hehe :) Yardımcılarımız olan amca ile teyze bu boğayı ailem izin vermediği halde döverlermiş. Boğa da hırslanmış tabi, bir gün yine döverlerken sanırım, zincirlerinden kurtulmuş ve kahyamız kıvamındaki amcayı hastanelik etmiş. Adam 1 hafta hastanede kalmış.

* 3 tane köpeğimiz vardı çiftlikte; bir Alman kurdu, bir karabaş bir de daha çok benimle arkadaşlık eden Fındık. Babam bir gün köpeklere kuduz aşısı vuracakmış (önleyici bir aşı mı var acaba, ilk defa duyuyorum) hepsi koca koca köpekler olduklarından (fotoğraflarda ben 5 yaşındayken iki köpek de benim boyumdan büyük) onlara hemen vurmuş. Ancak Fındık küçücük ve oraya buraya kaçıp saklanıyormuş, bir türlü aşısını vuramamış. En sonunda yemeğine koca bir uyku hapı saklamış, sonra bir çuvala koyup onun üzerinden vurabilmiş.

* Kardeşim doğduğu sene (1984) öyle bir kış olmuş ki, kardeşim de ben de Aralık doğumluyuz, camlar buz tutmuş. Tulumbalar buz tutmuş. Kardeşim yeni doğmuş bebek, çiftlikteki ev de tek katlı müstakil bir ev olduğundan ısıtmak zor; annem içerde devamlı sobaya birşeyler atıyor, babamsa dışarda kar altında durmaksızın odun kırıyormuş. Gene de ikimizi de hiç hasta etmemişler eheh.

* Bir de benim kitap durumum. Her fırsatta, sadece akşam uyumadan önce de değil, habire kitaplarımdan birini birilerine okutuyor olurmuşum. Çoook fazla çocuk kitabım vardı, inanılmaz. 2 büyük koli dolusu. Bu kadar çocuk kitabı o dönemde nasıl bulunuyordu, bilemiyorum. Neyse, bir vakit gelmiş, artık o kadar kitabı okutan ben, mahallenin bir ucunda çingene çocuklarıyla takılır olmuşum. Annem diyor ki, "Okuldan dönüyorum, yolda bir bakıyorum sokakta oturmuşsun, dambıdı dumbudu çocuklarla darbuka çalıyorsun. Habire darbuka çalıyorsun. O zaman yavaştan taşınmamız gerektiğini anladım." Müzik sevgimin minik bir kısmını da eski çingene arkadaşlarımdan aldığım kesin :)

Bunlar balkondaki şaraplı damatlı sohbetten aklımda kalanların bazıları... Devamını sonra yazarım.

İnsanın evlendiği binanın yıkılması herhalde üzücü birşeydir. Bursa'da yıllardır tatlı hatıralara hizmet etmiş olan Kültürpark nikah dairesi yıkılmış. Nereden mi biliyorum, annem Bursa'da nikah diye tutturduğunda aklıma ilk orası geldi de ondan. Kimbilir kaç yüz çift orada evlenmiştir, çocukluğum boyunca hep güzel haberler oradan gelirdi.

Bir vatandaş olarak, vergi verdiğimiz yaşadığımız belediyenin anılarımızın olduğu binaları, hele ki güzel ve halen fonksiyonellerse, yıkıp yoketmeyeceğinden emin olmak istiyorum. Bunlar başka güzel binaların başına da geliyor, kuşlar gibi alıp götürüyorlar hatıralarımızı...Daha bugün Kat'a tam 4 kere "Aaa onu değiştirdiler" demek zorunda kaldım. Onun yerini, bunun yerini, şunun binasını.. Ben yoruldum anlatmaktan.

Sözüm şudur ki; bunu bize borçlusunuz! Kafam ağrıyor daha fazla konuşturmayın beni. Hadi!
Havalar böyle giderse, renkleri birbirinden farklı tam 3 cins sardunyayı iyice tutturabilirim. Bende çingene pembesi vardı. Ama annemdeki yavruağzı (biraz nanemolla imiş kendileri), beyaz ve kırmızıyı görünce hemen onlara da göz diktim. Annecim de saolsun, köklendirmiş, hepsini bir minik saksıya dikip getirmişti. Haftasonu onları yeni saksılarına ayırdım. Temmuz ortasında bu havayı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum, nedense sardunyalar köklenmiş dahi olsa çok sıcak havada kurutabilirim gibi bir endişem vardı. En azından şimdi 1 hafta rahat takılırlar, niheh!

Bu sene ilk defa çiçek yaşatabildim. Gerçekten. O yüzden cahil konuşmalarımı bağışlayın. Daha önceki denemelerim birer felaketle sonuçlanmıştı. Bir aşk merdiveni var ki, halen arkasından ağlarım. Yeni başlangıç E.'ın bana Eminönü'nden aldığı 4 minik kaktüsle oldu. Sevgilimin bu hediyesine öyle sevinmiştim ki; mahfetmekten korksam da onlara gözüm gibi baktım. Sonra, bir arkadaşın doğumgünü için hediye olarak, çiçekleri lilyuma benzeyen ama adını şimdi unuttuğum bir saksı bitkisi aldım. Onu da arkadaşa vermeye kıyamayıp ofiste baktım hehe. Yeni eve taşınınca bir cesaret, odunlaşmaya yüz tutmuş çingene pembesi sardunyamı ayıklayıp yeniden köklendirdim, tam o sırada havalar gene çok yardımcı oldu. İşte bir yapraktan eski sardunyama tekrar kavuşmak, ama daha bir sağlıklı olarak tabi, beni öyle sevindirdi ve gaza getirdi ki; o cesaretle yeni sardunyalar, efendim pencere önü çiçekleri, naneler hepsine el attım. Sonuç: Başarılı!

Sağol aşkım, nedense bu yolu sen açtın gibi hissediyorum tekrardan. Uzaktasın zaten, özledim. Konuyu sana bağlayarak bitireyim...
Şu usta milleti ile herkes hayatının bir yerinde belli tecrübeler yaşıyor sanırım. Bir seferinde doğru ve güzel, temiz yapılan işin mümkün olmadığına artık inandım. Gıcıklık yapmadan işlerin yürümediğini öğrendim.

Bu gıcıklık meselesi çok fena. İnsan bir kez bu silahı keşfedince, kullanmadan duramıyor. Bunun da içimden çıkması ne yazık ki istemeden oldu; benden iş yerinde iş isteyen insanlar, aynen bu şekilde pislik ve ısrar üzerine ısrar ile işlerini yaptırıyor, sıralarını beklemek istemiyorlar. Bunu başka yerlerde de önce hafif dozlarda, sonra bir baktım işimi yaptırana kadar sonuna dek kullanabildiğimi farkettim. Manyak bir güç...

Usta işlerine başlarken kendi kendime dedim ki, gıcıklık etmeyeceğim. Belki bu işler bulaşmayı abartmadan da yürüyordur. Belki gerçekten tanıdık ve güvenilir ustalarla çalışmanın bir faydası vardır. Hayır efendim, her daim her detaya bakacaksınız. Herrr şeyi, o an gözünüze normal görünce de soracak, her şeyi tek tek anlatacaksınız. Etraflıca. Aşırı kontrolle adamları bezdireceksiniz falan bi de.

Neyse, mobilyacı amca ile ortak noktada bir şekilde buluştuk. Ortak nokta = Benim bazı istediklerimden fire vermem, onun da ekstra birkaç günlük iş ile bazı birkaç yeri düzeltmesi. Yani kıyamıyor insan ama, onu da öyle neden yaptın baştan amca. Bir soraydın ya. Bir de tabii, kabul edilmesi gereken şu ki, ne kadar gıcıklık ederseniz edin birinin başında, şu dünyada %100 istediğini yapan ustanın olmaması ve bir noktada işin peşini bırakmak zorunda olduğunuz. Yetişkin hayatının bayık bir gerçeği de bu sanırım, benim yeni öğrendiğim.
Hayatımda ilk satın aldığım albüm, Madonna "Like A Prayer"dır. Orta 1'deydim. İngilizce falan bilmiyordum. Sözleri ezbere biliyordum, ama ne diyoruz anlamıyordum :] Kuzenim A.'nın walkmaninde dinlemiştim ilk, walkman denen şey Almanya'dan gelen süper teknolojik bir icattı. 3 kız kuzen sırayla dinlerdik kasetleri onda. Albümün kapak fotoğrafı beni deli ediyordu: Parmaklarda sürüsüyle yüzük, açık bir göbek. Bu ne cüretti!

O dönemler Madonna afaroz üzerine afaroz yiyordu. Gene de durmuyordu. Manyak bir durumdu. Daha çocukluktan da çıkmadığımdan, bu isyan durumlarını da anlayamıyor, gene de zevkten dörtköşe oluyordum: Birisi Papa'yla atışıyordu, hem de bu bir kadındı, hem de zenci bir İsa heykeli ile klibinde sevişiyordu. Resmen Bart'ın "How cool is that?" anlarını yaşıyordum.

Sonra Madonna sürüsüne bereket evrelerden geçti. Cinselliğinin de dibine vurdu, teşhirciliğinin de. Herşeyi abarttığı gibi uslanmayı da abarttı. Sporu da falan. Külliyatı yazacak değilim. Yaptıklarını hep dinledim, çok sevdiklerim de oldu az sevdiklerim de.

Ama bir gün geldi ki, "Hung Up" klibi ile ağzımızı yüzümüzü yamulttu. O neydi öyle!!! O danslar neydi öyle. Hem aşmış teknik hareketler yapıyor (birini evde denerken belimi yamultuyordum neredeyse) hem de basit dans ortamlarına gidecek figürü de gösteriyordu. Sofia Boutella bile oradaydı ki, Sofia'yı zaten aylardır nikewomen.com'dan izliyorduk bayıla bayıla... Madonna öyle bir geri gelmişti ki, evin içinde "Disko! Disko! Disko!" diye ayaklarını yere vura vura yürüyor, kaçmak isteyeni klipteki eski moda patenleriyle kovalıyordu! Kendimizi şefkatli kollarına bıraktık fazla direnmeden.

Bunları Madonna da Michael Jackson gibi kayıp gitmeden dile getirmek istedim. Ki kendisi 850 yaşına kadar çeşitli yerlerinden gerilerek yaşayacaktır diye düşünüyorum. Neyse Michael'in ölüm haberini aldığımda, aklıma ilk o geldi. Ne yapıyordu acaba.. (Londra'da ağlamaktan çatlıyormuş. Sonra cenaze gününde, kendisinin şu fotosunu da gördüm ya hiç şaşırmadım desem.. Neyse ne yapacaz, vahşi bu kadın http://www.people.com/people/gallery/0,,20289714,00.html )

Bağlayalım: Madonna, her daim içimizi titrettin. Süpersin! Hayatımın ilk albümü, senin dünyaya kafa tuttuğun albüm olduğu için çok gururluyum. Yoldan çıktığın için de, anne olduğun için de, kafayı spor ve Kabbala ile bozduğun için de gayet memnunum. (Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı pazarlama stratejin, bilemesem de) Eğer bir bekarlığa veda partim olacaksa, Madonna "Like A Virgin" temalı olmasına hayır demem Madonna! Hayır hayır, kesinlikle demem Madonna.
Ofis çok yavan. Gerçekten hiç sarmıyor. İnsanlar nasıl 25 yıl çalıştım diye pıtır pıtır emekli olabiliyorlar, aklım almıyor. Bize emeklilik de yok. Dipsiz kuyu gibi resmen, huzura giden yol.

Ofis yavan. Bir modülü bitirmem lazım. İki konsantre olup kodlayamadım. Bütün gün bıkbık edesim var. Bu öğleden sonra bir ara, kitabımı çıkarıp klimaya karşı güzelce okuyasım geldi. Çay ve kek de istedim yanında. Modülün de yağlı birkaç kısmı kaldı, bitti sayılır. Kafayı toplasam birkaç saatlik işi var. Olunca bazı işlerde rahatlarız. Ben de yeni ekranlara bakarım, oh.

Beni heyecanlandıran bir iş var, 2 yıldır toplantılarda dile getiriyorum, sonunda kaptım. Nihe. Aslında asıl işim değil de, yan bir görev ve geçici. Ama olsun, renk olsun. İşi detaylandırınca çirkin birşey çıkmaz umarım.

Şirketteki 5. senemin içerisindeyim. Demek ki 25'in 5'te biri gitmiş :P Birkaç gün içerisinde bu şirketteki, bir sayayım hmmm, 9. performans görüşmemi yapacağım. Çok sıkıldım bunları yapmaktan, hepsi birbirinin tekrarı gibi hissediyorum. İki kelimeyi yanyana getirip de yaptığım işleri anlatasım yok.

E.'ın işleri biraz karıştı. 10 yıllık bir dönemin sonu yaklaşıyor olabilir. Bu durumda, işime 850 elle sarılmaktan başka yapabileceğim birşey yok. Alternatifleri değerlendirme durumu ne zaman karşımıza çıkar, bilemiyoruz. Zaman gösterecek.
Geçen gün iş çıkışı serviste iken, göz yanılması oldum ve uzakta bir dağ gördüm sandım. Birden Uludağ'ı özlediğimi farkettim. Bir Bursalı olarak, dağa sadece 1 kere çıkmışımdır. O da zirvesine, feci bir fırtınada, yürüyerek, resmen hayatım pahasına :)

Ama dağın eteğinde büyümek ayrıydı. Oldukça arkaik bir his taşıdığını düşünüyorum. Hayatımın belli rutinleri, o coğrafi oluşumun etrafında dönmüştü: Uludağ'a ilk kar yağdığında, dağdan soğuk rüzgarlar esmeye başlardı ve bu kar kalkana kadar rüzgarlar içimizi titretecek demekti. Kalın paltolara veda etmek, dağın en ucundaki beyazlık erimeden pek mümkün olmazdı. Balkonda çay içer, sohbet ederken ağır oturaklı manzaramızdı. Hayat Bilgisi dersinde Uludağ'ın zamanında bir volkan olduğunu öğrenmekse(zamanında = zilyon yıl kadar önce) çocukken rüyalarımda lavlarla cebelleşmeme sebep olmuştu bir süre.

Uludağ'ın insanın arkasında olması iyidir. Gayet iyidir... Kızılderili çocuğu gibi, koca bir coğrafi ögenin himayesinde büyümek, bence çok havalı birşey :)

Bir de, Uludağ'ın bana hatırlattığı birşey var ki, tekrar o kılıklar moda oldu diye komik bir fotosunu bile koyamadım şuraya: Sömestr tatilinde dağa gelmiş "İstanbulluların" şehir merkezindeki İskender'e inişleri. O taytlarının üzerine çektikleri kürklü ayu ayağına benzer botlarla, İskender önündeki uzun kuyrukta sıralarını bekleme çileleri. Dağ kıyafetleriyle şehire inmekten utanmaları (ya da utanmamaları).
Bugün gelinlik denemeye gittim. Hayatımda ilk defa vukuu bulan bişey. Eski evimin orada, adı hoşuma giden ve yarım dünya gelinlikler çok modayken sade şeyler diken bi modaevi vardı. Orayı aramıştım iki gün önce. Aman pek tatlılar; bu akşam gittim, kapı duvar. O kadar da hoş görünüyordum halbüse.

Bazen alışveriş yaparken, satıcı kişilerin aşırı ilgisizliğine maruz kaldığım oluyor. Ve fakat ben o rahatlığı ve salaşlığı yakalamak için o hint işi eteğe ne kadar para vermişim, adam beni kaale almıyor. Ben de alışveriş olayını hiç umursamadığımdan, karşılıklı bir temassızlık oluyor. Neyse bu olmasın diye bugün, güzel bir kılık giyeyim dedim. Sırf bu yüzden, ofisten ve ordan burdan, yüzlerce iltifata maruz kaldım. Şişindim de ne oldu; gelinlikçi ortamı bambaşka, hiçbir işe yaramadı.

O modaevine gidemeyince, madem niyetlendim, birkaç birşey bakayım bari formatına geçtim ben. Zira bir noktada bu işin yapılması gerekiyor. Kendi kafama göre rahat rahat takılırım dedim. Nasıl bir rahatlıksa bu da :P Öööyle daldım bir yere.

Öncelikle sağlam bir tune-in gerekiyor bu ortamlara. Gelinlikçi hanımımız, gençten ve ilginç bir bayan. Çok dağınık, bık deseniz o an bıraktığı işi bırakıp başka bir iş yapmaya başlıyor. Dolayısıyla iki elbise denemem 2bin saatimi aldı. Arada 2 bayanın gelinlik provasına şahit oldum. İkisini de beğenmedim, fakat çok beğenmiş gibi yaptım tabii ki. Çok kişisel bişey bu gelinlik mevzusu, hiç elleşmiyorum kim ne beğenir. Ancak o an tek düşündüğüm, o 4-5 kişilik provayı izleyen grupta yanlış bir laf eden tek kişi olmamaktı. Bir pot kırarım da birinin kendini oracıkta gelinliğiyle yakmasına sebep olurum diye çok tırstım.

Gelinlikçi bağyan, her işini yaptığı kişiyle samimiyeti ilerletmiş görünüyor. Bu kadar samimiyete gerek olmadığını düşünüyorum :P Zaten mesela o an çok samimi olduğu kişi içeri gidiyor, anlıyorum ki o kişiyi de 3 dakikadır tanıyor. Ben bu çözümü yaptıktan sonra, kadınla neredeyse el ense olma noktasına geldim. Gene de verdiği fikirler, hakkaten benim internet başında edinilmiş sabit fikirlerime renk kattı.

Bir gelinlik hayal etmişliğim hiç olmadığından şu ana kadar, mevzunun neresinden tutsam bilemiyorum. Maliyeti mi düşürmeli, tamamen şaşaaya mı kendini vermeli, sadelikten şaşmamalı mı,bu tecrübenin dadına mı varmalı, nedir. Bu yüzden bir süredir konuyla ilgili internet mesaisi yapıyorum ki, bi fikrim falan oluşsun artık. Ayrıca sonuçta bir elbise, giyince insan uzaklardan Wagner duymaya başlamıyor :]

(Düşündüm de, lisede recisini yaptığım Romeo & Juliet (Spoof)'te kilisede biz ne çalmıştık, babamın plaklarından bulup kasete çekicem diye amma uğraşmıştım. E Romeo & Juliet evlenmiyordu ki, ben kocca Shakespeare'i yeniden yazıp bunları evlendirmiş miyim, püüüü!)

O yorgunluğun üzerine, çok alakasız bir ortama uyum sağlayabildiğim için, kendimi balık ve bira ile ödüllendirdim. Şimdi de Uykusuz ve Penguen'e bakacağım. Aslında Yiğit Özgür'ün karakterleri çok güzel gelinlikler giyiyor :P
Dikiş dikmeyi severim. Az biraz babannemden, çokça da annemden öğrendim dikmeyi. Dikiş 101 den ibaret de denebilir bildiklerim, konuya halen pek hakim değilim: Patron çıkarmayı, teğel ve temiz işleri, biraz biçkiyi bilirim. Az buçuk malzeme bilgim var. Dikiş makinası hiç kullanmadım, yeni makinalar çok teknolojik olduklarından kendi başlarına herşeyi hallederler diye düşünüyorum ehehe. En azından bir kumaşa, kalıba vs bakıp becerip beceremeyeceğimi kestirebiliyorum. Gerçekten içimden geçen bir şeyi yapabileceğime de inanıyorum. Sanırım annem bu konuda bana yeterli bilgi ve kendine güveni vermiş, daha ne olsun!

Bu ufak proje dikişe tekrar ısınmam için güzel oldu. Yeterince basit ve işlevsel bir işti: Ütü masamın üzerindeki kumaş kendini iyice bırakmıştı. Felaket görünüyordu ve ütü yapamıyordum. Süngeri bile kalmamıştı doğru düzgün. Onu yenilemeye karar verdim. Aşağıda ilk hali görülebilir.


Gittim, bir kumaşçıdaki beni en motive edebilecek, en eğlenceli kumaşı aldım. Muhtemelen kumaş + elyaf bana yeni bir ütü masası parasından fazlasına patlamıştır heheh. Mt'si 8.5 ytl idi aşağıda görülen kumaşın. Cinsini unuttum, %100 pamuk sıkı bir dokuma - Benim malzeme bilgisi burada patlar heheh. Yeni bir yüksük, güzel toplu iğneler de diğer neşeli harcamalar arasındaydı.


19 Mayıs tatilinde kumaşı biçtim.Bunun için eski ütü masası kılıfını kalıp olarak kullandım, elyaf ve kumaşı iğneleyerek birlikte biçtim. Elyafı çift kat koydum, istediğim pompişlikte olsun diye. National Geographic'te uçak gemisi belgeseli izlerken biçki yapmak süper oldu. Kenarlarına lastik geçtim; yaklaşık 1 hafta sonra :P Makinam olmadığından hepsi el dikişi ama yeterince sağlam görünüyorlar- bir süre idare eder herhalde :P Elyaf zaten atmıyor. Kumaş da pek atan cins değildi, içinin temizini yapmadan bıraktım, zaten görünmüyor.
Eskiden sürfileleri, teğel sökmeyi falan hep ben yapardım. Bitmez idi bu çıraklık, hiç makinaya geçemezdim. (Eski Singer makinalar kapkalın iğnelerle felaket parmak delerdi, annemin makinaya beni oturtmamasını gayet iyi anlıyorum) Şimdi acayip angarya geldi bu yüzden. Aşağıda lastik ve iç dikişi görülebilir.



Sonuç da aşağıda. Tam sevdiğim gibi pufidik oldu, yani süngeri biraz kalın. Renk ve deseni de güzel. Fotolar rezil oldu üzgünüm, cep telefonuyla çekip bluetooth ile atmak pek kolayıma geldi hehe.

Şimdi düşündüm de, elyaf ütü ile yıvışır mı? Isıya pek dayanıklı bir madde olduğunu sanmıyorum. Birkaç haftalık kullanımda görünürde birşey yok, belki ömrü beklediğimden kısa olabilir...

Yüksük demişken, kendime yüksük aldığımı gören E, bana turdan bir tane kemik yüksük getirmiş, boyalı afilli bişey. Hastası oldum :) Herhangi bir şeyden iki tane olunca koleksiyonunu yapmaya başlayan Aziz Nesin gibi, hemen koleksiyon yapmaya karar verdim!!!

Blog Arşivi

İzleyiciler